21 Ekim 2014 Salı

Mezhepler neden var



Mezhepler neden var? Kuran açık değil mi?


Mezhepler neden var? Kuran açık değil mi?
Fikhî Ihtilafların Kaynağı
Fıkhî hükümlerdeki ihtilaf, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) zamanında yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan “ahkâmda ictihad” olgusundan kaynaklanmaktadır. O dönemde ictihadın çok yaygın olmaması, Hz. Peygamber (s.a.v)’e inmekte olan vahyin insanları ictihaddan müstağni kılmasıydı.
“Hz. Peygamber (sav) vefat ettikten sonra Sahabe’nin (Allah onlardan razı olsun) çeşitli merkezlere dağılmasıyla birlikte ictihad dairesi de genişlemeye başladı.
Vahyin kesilmesi ve Sahabe’nin çeşitli yerlere dağılmasıyla şer’î hükümlerde ihtilafın çerçevesinin genişlemesi tabiîdir. Zira fıkhî ihtilaf olgusu iki esasa dayanır:
1. Şer’î nassların farklı anlaşılmaya ihtimalli yapısı.
2. Anlayış ve değerlendirme tarzlarının farklılığı
Allah Teâlâ’nın şer’î meselelerde hikmeti, Kur’an ve Sünnet naslarının pek çoğunun birden fazla şekilde anlaşılmaya ihtimalli olmasını iktiza etmiştir. Kur’an-ı Kerim apaçık Arap diliyle inmiştir ve Arap dilinde lafızların ihtimalli yapısı herkes tarafından bilinen ve ikrar edilen bir husustur ki, Arap dili bu yapısıyla diğer dillerden ayrılır.
Tıpkı bunun gibi Allah Teâlâ’nın yaratışındaki hikmet de insanların akıl ve idrak bakımından farklı farklı olmasını iktiza etmiştir. Bu sayede varlık kemal bulur, insanların ilim ve akıl bakımından birbirlerinden temayüz etmesi ve birbirleriyle yarışması mümkün olur.
Akıl sahibi hiç kimse, bu iki temel hakikatin kaçınılmaz olarak görüş ve hükümde ihtilafa yol açacağından ve bunun kesin, bedihî bir netice olarak ortaya çıkacağından şüphe etmez.
Şimdi şu açık matematik denkleme bakalım:
1. Ihtimalli nasslar + Farklı anlayış tarzları ve aklî kapasiteler = Ihtilaf.
2. Kat’î nasslar + Bir tek anlayış tarzı ve aklî kapasite = Tek görüş.
Mezhep ve görüşleri birleştirmeye çağırma fikri muhtemelen bu iki temel hakikatten ve bu iki bedihî (açık) gerçekten gafil olma halinin doğruduğu bir sonuçtur. Görünüşte -nefislere hoş gelen- “vahdet-birlik” ve “tek görüş etrafında buluşma ve ittifak” adına hareket ediliyor olması da bu fikrin bazı kesimler tarafından benimsenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak heyhat, heyhat !!!
Allah Teâlâ’nın mahlûkatta cari kıldığı hikmeti bu insanlar göremiyor. Allah Teâlâ dileseydi bütün insanları, düşünce ve anlayışta bir tek ümmet yapar, Kitab’ı da icmal ve ihtimale yer vermeyen (tümüyle) mübeyyen ve müfesser bir tarzda indirirdi!
Allah Teâlâ, kullarının kendisine ibâdet ettiği bu dinin hükümleri konusunda anlayış ve görüşleri birleştirmeyi dilese, bir yandan şer’î nassların yapısını değiştirir, diğer yandan da tek hüküm üzere ittifak etsinler diye insanların anlayış tarzlarını teke indirirdi.”
Örnek olarak 2/el-Bakara suresindeki şu ayeti ele alalım:
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç “kur'” beklerler.”[1]
Buna mukabil, aynı surede bu ayetten hemen iki ayet önce, “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört “ay” bekleme süresi vardır”[2] buyurulmaktadır.
Allah Teala, ilk ayette “üç kur'” buyurduğu halde, diğer ayette “dört ay” buyurmuştur. Yine ilk ayette bekleme süresi “üç”lü, rakamla, ikinci ayette ise “dört”lü rakamla ifade buyurulmuştur. Bu rakamlar kat’î olup bilinen rakamlardır ve birden fazla anlama gelmezler.
Bu durumu, ilk ayette geçen “üç kur'” ile ikinci ayette geçen “dört ay” ifadesinin oluşturduğu manzara ile karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz:
Ilk ayetteki “kur'” kelimesi, Arap dilinde birden fazla anlama gelmektedir. Buna mukabil ikinci ayette geçen “ay” kelimesi kat’îdir, birden fazla anlam ifade etmez.
Ebû Amr b. el-Alâ’[3] şöyle demiştir: “Kimi Arap kabileleri hayız dönemine kur’ derken, kimileri bu kelimeyi iki hayız arasındaki temizlik dönemini ifade için kullanır. Bir kısmı hem hayız, hem de temizlik süresine birlikte kur’ der.”[4]
Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cassâs der ki: “Selef’in ittifakı sebebiyle “akrâ'” kelimesinin iki hususu, “hayız” ve “temizlik” dönemlerini anlatmak üzere kullanılması neticesi hasıl olmuştur.
“Bu meselenin iki vechesi vardır.
“1. Bu kelime birden fazla anlama ihtimalli olmasaydı Selef onu iki anlama gelecek şekilde tevil etmezdi. Onlar lügate, isimlerin anlamlarının bilgisine ve ibarelerden elde edilen manalara vâkıf idiler. Onlardan bir kısmının bu kelimeyi “hayız”, bir kısmının “temizlik” olarak tevil etmiş olmasından anlıyoruz ki bu kelime her iki durumu anlatmak üzere de kullanılabilir.
“2. Bu, onlar arasında yaygın ve bilinen bir ihtilaftı ve onlardan hiç biri, bu hususta karşıt görüşü benimsemiş olan muhalifini herhangi bir şekilde kınamamıştı. Tam tersine tarafların her biri, muhalifinin muhalif görüşü benimsemesini normal karşılamıştı.
“Işte bu durum, söz konusu kelimenin iki anlama da ihtimalli bulunduğunu ve meselenin ictihadî olduğunu gösterir…”[5]
Imdi, 2/el-Bakara suresinin 228. ayet-i kerimesinde geçen “üç kur'” ifadesinin anlaşılmasında görüşlerin farklılaşması ve aynı surenin 226. ayet-i kerimesinde geçen “dört ay” ifadesinin anlaşılmasında ittifak edilmesi tabii değil midir?
Bu hususta Imam el-Kurtubî şunları söyler: “Ulema “akrâ'”[6] kelimesinin anlamında ihtilaf etmiştir. Kûfeliler “O hayızdır” demişlerdir ki, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ibn Mes’ûd, Ebû Musa, Mücâhid, Katâde, ed-Dahhâk, Ikrime ve es-Süddî’nin görüşü de bu doğrultudadır.
“Hicazlılar ise “O, temizlik süresidir” demiştir. Bu da Hz. Aişe, Ibn Ömer, Zeyd b. Sâbit, ez-Zührî, Ebân b. Osman ve eş-Şâfi’î’nin benimsediği görüştür.”[7]
Eğer Allah Teala bu meselede görüşlerin birleşmesini murad etseydi, 226. ayette “dört ay” buyurduğu gibi, 228. ayette de “dört hayız süresi” veya “dört temizlik süresi” buyururdu! Birden fazla anlama gelen bütün şer’î nasslar buna kıyas edilebilir…
Allah Teala’nın böyle murad etmiş olmasındaki hikmeti teyid eden hususlardan birisi de, şer’î nassların çoğunluğunun delaletinin zannî oluşudur. Allah Teala bununla sanki bir yandan görüşlerin ve anlayışların çeşitlenmesiyle insanlara kolaylık dilemiş, diğer yandan da akılların önünde geniş bir alan açmıştır ki insanlar Kelamullah’tan ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözlerinden istinbatta (naslann gizli mana ve hükümlerini açığa çıkarma) bulunsun ve çıkarılan hükümlerle (farklı tarzlarda) amel etsin!
Muhakkık alimler muhtelif bağlamlarda bu hikmetlere işaret etmiştir. Imam ez-Zerkeşî’nin aşağıdaki sözleri bu kabildendir:
“Bil ki Allah Teala, bütün şer’î hükümler için kat’î deliller tayin buyurmuş değildir. Aksine, şer’î delilleri(n bir kısmını) kasden zannî kılmıştır ki, mükelleflere genişlik olsun. Böylece mükellefler, delilin kat’î olması sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır…”[8]
Fıkhî hükümlerdeki ihtilafların ilk ortaya çıkışının Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında olsun, O’ndan sonra olsun Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) asrına kadar gittiği vakıasını teyit eden birkaç pratik misal zikredelim:
1 – Sahabe’nin, Benu Kureyza’ya giderken yolda vakti giren namazı kılmanın hükmü konusundaki ihtilafı:
Imam el-Buhârî, Sahîh’inde Ibn Ömer (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet eder: “Ahzab günü[9] (Benu Kureyza üzerine gönderdiği birliğe hitaben) Hz. Peygamber (s.a.v), “Benu Kureyza’ya varmadıkça sakın kimse ikinci namazını kılmasın” buyurdu. Yolda giderken ikindi namazının vakti girdi. Onlardan bir kısmı “Benu Kureyza’ya varmadıkça kılmayalım” dedi. Diğerleri ise “Aksine, namazı şimdi kılalım. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizden istediği bu değildi (hızlı hareket etmemiz için öyle söyledi)” dediler. Bu durum kendisine zikredildiğinde Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan hiç birisini kınamadı.”[10]
2 – Ebu Sa’îd el-Hudrî (r.a) şöyle rivayet etmiştir:
“(Sahabe’den) iki kişi bir sefere çıkmıştı. Yolda namaz vakti girdi; ancak yanlarında su yoktu. Bunun üzerine temiz toprakla teyemmüm ederek namaz kıldılar. Bir süre sonra -henüz vakit çıkmamışken- su buldular. Onlardan birsi abdest alıp o namazı yeniden kıldı. Diğeri ise namazı yeniden kılmadı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek bu durumu haber verdiler. Hz. Peygamber (s.a.v), namazı tekrar kılmayana, “Sünnet’e isabet ettin. (Teyemmümle kıldığın) namazın sana yeter” buyurdu. Abdest alıp namazı yeniden kılana hitaben ise “Sana iki kere sevap var” buyurdu. Ebû Dâvud ve en-Nesâî rivayet etmiştir.[11]
Bu iki olay Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında vukû bulmuştur. Sahabe’nin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonraki ictihadî ihtilaflarına gelince, müctehid imamlar arasında ihtilaflı olan meselelerin hemen hepsi Sahabe zamanındaki ihtilaflara dayanır.
Konuyla ilgili meşhur eserlere küçük bir müracaat bile, fıkhî meselelerdeki ihtilafların Sahabe zamanında yaygın olduğu gerçeğini teyid için yeterli olacaktır.
Sahabe’nin ihtilaf ettiği meselelere örnek olarak şuz:
3 – Dedenin mirası:
Ibn Abbâs (r.a), dedenin de tıpkı baba gibi miras bırakanın kardeşlerini -buradaki “kardeşlik” hangi surette olursa olsun fark etmez- mirasta mutlak surette hacb edeceği (dede hayattayken kardeşlere miras düşmeyeceği) görüşünü benimsemiştir. Bu görüşünde o, Kur’an’da “baba” kelimesinin “dede” hakkında da kullanılmasına dayanmıştır.[12]
Buna mukabil Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit (r.anhum) gibi diğer sahabîler, aynı bakış açısına sahip olmuş ve öz (ana-baba bir) olsun, üvey (baba bir) olsun, bütün kardeşlerin mirasta dedeye ortak olacağını söylemişlerdir. Zira bu kardeşlerden her biri, baba vasıtasıyla ölen kişiye bağlanmaktadır. [13]
4 – Boşanmış kadının, iddet süresinin ne kadar olduğu konusunda da Sahabe arasında ihtilaf vâki olmuştur. Ibn Mes’ûd (r.a), kadının, üçüncü hayzının bitimiyle gusledip temizlenmedikçe iddetinden çıkmış olmayacağını söylerken, Zeyd b. Sâbit (r.a) ve diğerleri, üçüncü hayız döneminin başlamasıyla kadının iddetinin sona ereceği görüşünü benimsemiştir. Bu ihtilaf, (yukarıda geçen) “kur'” kelimesinin anlamındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
5 – Kocası ölen hamile kadının iddetinin ne zaman biteceği konusundaki ihtilaf da böyledir. Hz. Ömer ve Ibn Mes’ûd (r.anhuma), bu durumdaki kadının iddetinin doğumla birlikte sona ereceğini söylerken, Hz. Ali ve Ibn Abbâs (r.anhuma), iki süreden en uzun olanın dolmasıyla iddetin sona ereceği görüşünü benimsemiştir.[14]
Hilafiyat kitaplarında konuyla ilgili daha fazla misal mevcuttur…
Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) zamanında ahkâm alanındaki ihtilaflar bu şekilde devam etmiş, Tabiun zamanına kadar gelmiştir. Tabiun ve Tebe-i Tabiin zamanına gelindiğinde ihtilafların çerçevesinin daha da genişlediğini görüyoruz. Bu genişlemenin bir sebebi daha önce benzerine rastlanmayan yeni olayların meydana gelmesi ve bunların hükümlerinin tesbiti için ictihad edebilmesi, bir diğer sebebi de farazî fıkıh[15] anlayışının yaygınlık kazanmasıdır.
Böylece fıkhî hükümlerde ihtilafın genişlemesinin, ilmî ve amelî hayatın gerektirdiği tabiî bir durum olduğu anlaşılmış bulunmaktadır.

**********

DIPNOTLAR:
[1] 2/el-Bakara Suresi, Ayet 228.
[2] 2/el-Bakara Suresi, Ayet 226.
[3] Ebu Amr Zebbân b. el-Alâ’. 7 kıraat imamından biridir. Mekke, Medine, Kûfe, Basra gibi merkezlerde ilim tahsili için bulunmuştur. 7 imam içinde en fazla hocadan ders almış olan odur. Sahabe’den Enes b. Mâlik, Tabiun’dan el Hasenu’l-Basrî, Sa’îd b. Cübeyr, Âsım b. Ebi’n-Necûd, Atâ b. Ebî Rabâh, Ikrime, Mücâhid gibi meşhurlardan ilim almıştır. Bilhassa Nahiv ve Kıraat ilimlerinde temayüz etmiştir. Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ, el-Asma’î, Sîbeveyh gibi Arap dili otoritelerinin hocasıdır. Biyografisini zikredenler, kıraat, şiir, Arap dili ve tarih konusunda emsalsiz olduğunu söylerler. Hadis tenkitçileri ise kıraatte hüccet olmasının yanında, rivayetlerinde de sika (güvenilir) olduğunu vurgular. 154/770 yılında Kûfe’de vefat etmiştir. Bakınız: Yâkût el-Hamevî, Mu’cemu’l-Übedâ, cild 3, sayfa 1316 ve devamı.; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, cild 34, sayfa 120 ve devamı.; ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, cild 6, sayfa 407.
[4] el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, cild 3, sayfa 113.
[5] el-Cassâs, Dâru Ihyâi’t-Turâsi’l-Arabî-Müessesetu’t-Târîhi’l-Arabî, cild 2, sayfa 55, 56.; Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî baskısı; cild 1, sayfa 364.
[6] “Akrâ'” kelimesi, “Kur'” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime “kar'” diye de okunur.
[7] el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, cild 3, sayfa 113.
[8] el-Mahlâvî, Teshîlu’l-Vusûl, sayfa 240.
Ebubekir Sifil’in notu:
Gerek el-Mahlâvî’nin adı geçen eserinde, gerekse eş-Şevkânî’nin Irşâdu’l-Fuhûl’de yaptığı iktibas bu şekildedir. ez-Zerkeşî’nin elimizde mevcut matbu el-Burhân nüshasındaki (cild 4, sayfa 108) ifadesi ise, “Böylece mükellefler, delilin öyle gerektirmesi sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır…” tarzındadır.
[9] Bu tabir, hicretin 5. yılında vuku bulan Hendek savaşı sürecini anlatır. Gatafan ve Kureyş, kendilerine destek veren başka kabilelerin de katılımıyla Medine’ye kalabalık bir ordu halinde saldırdığı için “Ahzab” (hizipler, gruplar) adıyla da anılır. Bu savaşta Benu Kureyza, Hz. Peygamber (s.a.v)’le yaptığı anlaşmayı bozup müşriklere yardım etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), Hendek savaşının hemen ardından, ara vermeden Benu Kureyza üzerine bir birlik gönderdi. Bakınız; Ibn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, cild 3, sayfa 214 ve devamı.
Hadisin buradaki ifadesinden Hz. Peygamber (s.a.v)’in Benu Kureyza muhasarasına iştirak etmediği anlaşılmaktaysa da, doğrusu şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ali (r.a) komutasında bir birliği hızlı hareket etmeleri emriyle önceden göndermiş, kendisi de diğer bir birlikle arkalarından gitmiştir. Bakınız; Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, cild 7, sayfa 413.
[10] el-Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bakınız; Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, cild 8, sayfa 411.
[11] Cem’u’l-Fevâid, cild 1, sayfa 113. Bakınız; Ebû Dâvud, “Tahâret”, 128; en-Nesâî, “Hayz”, 28.
[12] Kastedilen, “Ey Ademoğulları! Şeytan, babanızla annenizi, kendilerine avret yerlerini göstermek için cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de saptırmasın…” (7/el-A’râf Suresi, Ayet 27) ayetidir.
[13] Dedenin varlığının tıpkı baba gibi ölenin kardeşlerinin mirastan pay almasına engel teşkil ettiği görüşü sadece Ibn Abbâs (r.a)’a ait değildir. Hz. Ebû Bekr, Hz. Aişe, Mu’âz b. Cebel, Übeyy b. Ka’b, Ebu’d-Derdâ, Ebû Hureyre, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Ebû Musa el-Eş’arî’nin (Allah hepsinden razı olsun) görüşü de böyledir.
Hz. Ömer ve Hz. Ali, Ibn Mes’ûd ve Zeyd b. Sâbit de (Allah hepsinden razı olsun) dedenin varlığının kardeşlerin mirastan pay almasına mani teşkil etmediğini söyleyen sahabîler arasındadır. Bakınız; Ibn Abdilberr, el-Istizkâr, cild 15, sayfa 429 ve devamı.
[14] Buradaki “iki süre”den kasıt, “doğum” ve -kocası ölen kadının iddetini tayin eden 2/el-Bakara, 234. ayette belirtilen- “4 ay 10 gün”dür. Dolayısıyla Hz. Ali ve Ibn Abbâs (r.anhuma)’ya göre kocası ölmüş bulunan hamile kadın 4 ay 10 günden daha önce doğum yaparsa 4 ay 10 günün dolmasını bekleyecektir. Doğumun 4 ay 10 günden daha sonra olması durumunda ise, doğumla birlikte iddet de sona erecektir.
[15] Meydana gelmemiş olayları meydana gelmiş gibi farz edip hükmünü araştırmak. Özellikle Irak coğrafyasında yaygınlık kazanan ve “takdirî fıkıh” da denen bu tarzın Fıkıh melekesinin yerleşmesine ve Fıkıh ilminin gelişmesine son derece önemli katkıları olmuştur.nları zikredebiliri



KAYNAK:
Ebu’l-Feth El-Beyânûnî, Mezhep Meselesi ve Fıkhî Ihtilaflar, Tercüme ve Notlar: Ebubekir Sifil, Rihle Kitap, 2. Baskı, Istanbul 2013, sayfa 23 ve devamı.

Arap Kültürü Ne Demek? Dinde Reform amacı nedir

Arap Kültürü Ne Demek? Dinde Reform’un Amacı Nedir?
Islam’ı açıkça reddedemeyen bazı siyasetçi, bilim ve sözde din adamları, “Arap kültürü” ve “Arap dili”nden kurtulmalıyız, kurtulmak için de “dinde reform” yapmalıyız derler. Oysa Arap kültüründen kasıt “Islamiyet”tir.
Bunu A. Ibrahim’in 1931’de kaleme aldığı “Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini” adlı kitapta açıkça görüyoruz. Şimdi bu kitaptan yaptığımız alıntıları dikkatlerinize sunuyoruz:
“Bir kimsenin namusu, dini, en yüksek mefkuresi milliyet, yani milletini sevmek olmalıdır. Mabedlerde ebediyyen milliyet destanı okunmalıdır. Milli vazifesini yapmayan bir fert bütün cemiyet için muzırdır (zararlıdır). Biz Arap harsından (kültüründen) tamamiyle sıyrılmak ve milli benliğimize hakim olmak için mutlaka cenuba boyun eğen mihrabı (yani Mekke’ye doğru olan mihrabı) değiştirmeliyiz. Ictimai hayattan kalkması hiçbir zaman temenni olunmayan din baki kaldıkça mutlaka mihrabımızı Sakarya’ya tevcih etmeliyiz. Bu da zamanla vatan çocuklarına verilecek milli terbiye sistemiyle, maarifle kaim olacaktır. Türklüğe tapmak, bütün Türk vatandaşlarına merbut olmak, Türk vatanına tapmak ne demektir, bunu düşününüz ve duyunuz. O kadar çalışıyoruz, çabalıyoruz, ıztırap çekiyoruz, vatan-millet uğrunda ölüyoruz, bir de tutup Arapların kültürüne esir oluyoruz.
Mabedlerimizde milli şarkılarımız terennüm edilsin, Türklüğün ulviyeti mabedlerde takdis edilsin, oradan alınan ulvi heyecanlarla hedefimiz milli gayelere teveccüh ederek yeni bir Şark Medeniyeti’ni bütün samimiyetiyle vücuda getirelim.
Peygamberler yoktur ve onun tebliğ ettiği kitap “Tanrı Kitabı” değildir. Çünkü şu namütehaniyeti ifade eden ideal Halık ile mahluk arasında bir fert vasıta olamaz. Ilhamlar vardır, fakat vahy-i ilahi değildir. Halık niçin insanları irşad için peygamber göndermeye lüzum görsün? Halık, insanları hiçbir vasıtaya müracaat etmeksizin irşaddan aciz midir? Binaenaleyh peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğine iman etmemekle niçin kafir oluyoruz?
Bugün hakiki din de ancak bir milleti tekamüle sevkeden, milli benliği okşayan ve daha doğrusu hakikati olduğu gibi heyecanla anlatan bir din olabilir. Yoksa yabancı Arap dininin bundan sonra Türkiye’de yaşamasına imkan yoktur. Işte bundan sonra Türkiye’de Türk milletinin temiz benliğini namütenahi fazilet ve kuvvete sevkeden ve onu heyecanla mukaddes hedeflere eriştiren yeni bir Milli Din doğacaktır.
Mazideki Türk topraklarında Arap harsı (kültürü) hakim olduğu zaman Islamiyet dini o zamana göre gayet uygun bir dindi. Fakat şimdi benliğimizi bulmaya doğru gidiyoruz. Arap lisanını, bizi atalete ve uçuruma sürükleyen Arap harsını atıyoruz. Islamiyet dini bugünkü ve yarınki Türkiye’nin prensiplerine tamamiyle muhaliftir. Memleketimizde Arap harsı sönmeye ve milli hisler kabarmaya başladığı için Islamiyet dini de sönmeye yüz tutmuştur. Islamiyet dini, milliyet prensiplerimizle, yani ictimai noka-i nazardan bilhassa harsiyat itibariyle karşılaştırılırsa çok menfi (olumsuz) ve gülünç mevkie düştüğü görülür. Velhasıl Türk dinini de, Türk Tanrısını da Türk benliğinde arayalım.
Türkiye’de bizim için hiçbir heyecan bahşetmeyen ve milliyetimize her an darbe indirmekten hali kalmyan Islamiyet dini Türk ilinde sönmeye mahkum olmuştur.
Bununla beraber Islamlaşmak demek, Araplaşmak demek olacağından, bundan sonra Islamiyet’e milli edebiyatımızı hakim kılarak bu şekilde dinin ıslahı (reform) cihetine gitmek, Milli Din’e doğru hareket olacağından milli hedefimize vüsul için müsbet (olumlu) bir yol tutmuş oluyoruz. (Yani yazara göre reformlar, Milli Din’e doğru harekettir.)
Peygamberler zamanlarının en birinci alimi olsalar bile sonradan gelecek bütün asırların keşfiyatını zekalarında cemdecek değillerdir ya! Bugünün alimi yarının cahili demektir. Binaenaleyh ta o zamandan bugünkü insanları din hususunda takyid etmek doğru mudur? Dini ıslahatın (reformun) her zaman için lüzumunu kabul etmemek çok gülünç olur. Tarihen sabittir ki Reform devri, dinin inkişaf ve tekamülüne en birinci amil olmuştur. O zaman din, hakiki mahiyetini ihraz etmiştir. Nasıl ki Islamiyet’in neşriyle Islam harsı şarkta bütün Türk harsını boğmuşsa, bundan sonra Milli Din’in neşriyle de milli harsımız Arap harsını öyle boğacaktır.
Işte asırlarca harsımızı (kültürümüzü) boğduğunu bize pek iyi anlatan Islamiyet dinine karşı, hiç şüphesiz milli dinle mukabele etmek Türk milletinin en mukaddes vazifesi olacaktır.
Öz yurda saldıran düşmanlara karşı süngü hücumuna geçen Türk askeri, bundan sonra asla Araplar gibi Allah, Allah diye bağırmayacak, Vatan, Vatan diye haykıracaktır.”[1]




KAYNAK:
[1] A. Ibrahim, Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini, Türkiye Matbaası, 1934. (90 sayfa). Yazılış tarihi 13 Ağustos 1931.
Gerçi bu kitap o dönem Türkiye’de yasaklanmıştı, ancak içeriğinin “Islam’a aykırı” oluşundan değil… Kitabın yasaklanma sebebi hakkında resmi raporda yer alan şu değerlendirme bize bu konuda bir fikir vermektedir:
“20’inci asrın laik gençliği, ahlak mefhumunu artık dinden almadığı gibi, din merasimi günden güne kıymetini kaybederken, bunları yeni bir şekilde yaşatmak istemesi, hüsnüniyet (iyi niyet) sahibi olsa bile muharririn (yazarın) milli kültürü darbeleyen muzır (zararlı) bir fert olmasını icab ettiriyor. Binaenaleyh birtakım kıyl-u-kaller (dedikodular) açacak ve gençliğin kültürüne zarar verecek olan kitabın toplattırılması ve yazarın hakkında ayrıca ihtiyat tedbirleri alınması icab eder.” (KAYNAK:Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi, 86/171).
Yani dine -yeni olsun eski olsun- tamamen karşı çıkıldığı için yasaklanıyor. Ayrıca yazarın “hüsnüniyet sahibi” olarak görülmesi de üzerinde düşünülmesi gereken dikkate değer bir noktadır.

Kara Fatma


Kara Fatma

1914 – 1918 yılları arasında Adana’nın 
Mis, 
Kozan ve Kadirli 
cephelerinde 
Fransız ve Ermeniler’e karşı savaşan ve bir çatışmada 
2 düşman askerini öldürüp 10 kadarını da yaralayan, ancak kendisi de bel ve bacağından süngü yaraları alan Kurtuluş Savaşı’nın Kadın Kahramanlarından Kara Fatma Özişçi’nin 
16 Nisan 1988’de sokakta “dilenirken” Hürriyet Gazetesi çalışanı tarafından çekilen fotoğrafı.





NOT: Buradaki “Kara Fatma” o meşhur Erzurumlu “Kara Fatma” lakaplı “Fatma Seher” değildir.



FOTOĞRAF KAYNAK:
16 Nisan 1988 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden naklen; Aynur Mısıroğlu, Kuva-yı Milliye’nin Kadın Kahramanları, Sebil Yayınevi, Istanbul 1994, sayfa 117.

Türkiye’ye Latin Alfabesini Israrla Öneren Ingiliz

Türkiye’ye Latin Alfabesini Israrla Öneren İngliz


Türkiye’nin Latin alfabesine geçmesi için ısrar eden Ingiliz müsteşriki Sir Denison Ross

Ingiliz müsteşriki Sir Denison Ross’un, 1935’te Bonn Üniversitesi’nde verdiği konferanstan bir pasaj:
“Şark (Doğu) bizden teknik ve metod öğreniyor; fakat onun bütün teşebbüslerine istikâmet vermek, onun yaşadığı ülkelerin haritalarını çizmek, onun tarihine, bu günkü hayatına ve mesaisine kıymet biçmek daimi Garb’ın (Batı’nın) elinde kalacaktır. Lâtin alfabesini kabul eylemeleri şarklıların yalnız teknik değil, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlıyacaktır. Avrupa zihniyeti ve metodu Avrupalıların patentidir; şarklılardan münferid bazı şahsiyetlerin bunları kısmen yahut tam olarak benimsemesi bu vaziyeti değiştiremez.”[1]
Bu pasajı okuduktan sonra, bu meselenin hikayesini öğrenmek için Zeki Velidi Togan’ın bir dipnota sıkıştırmış olduğu şu satırlara bakalım ve Ingiliz oyununu görelim:
“Denison Ross 1926’da Barthold Istanbul’da iken ona, bana ve ihtimal Fuad Köprülü’ye yazdığı mektuplarla “illa Lâtini alınız” diye ısrar etmiş ve 1929’da bu alfabe lehine propoganda maksadıyla Kahire, Şam, Bağdad ve Tahrana seyahat yapmış, fakat projelerini Kral Fuad’a ve Rıza Şaha kabul ettiremediğini anlatmıştı. Iranlı alimlerden Atarid, Tebriz Edebiyat Fakültesi neşriyatında yayınladığı hatıratında, mezkur 1929’da Londra’da Şarkî Hind Cemiyeti’nde Hind müslümanlarından Elme Tatifi isminde bir zatın Hindistan müslümanları ve Hindular için Urdu dilinde tatbik edilmek üzere Latin alfabesi teklif ederek verdiği konferansta Sir Denison Ross’un Latin alfabesi’nin noksanlarına, Arap alfabesinin mükemmeliyetine dair söylediği nutkunu nakletmiştir. Denison Ross’un bu sözleri, seyahatları neticesinde hasıl ettiği fikir değiştirmeden mi ibaretti, yoksa çok siyasi olan bu Ingiliz müsteşriki daha 1926’da bize Latin alfabesini kabul zımnında Türkiye Hükümeti’ni ikna etmeyi teklif ettiği zaman dahi 1935’de Bonn Üniversitesi’nde söylediği fikirlerinde olduğu halde bir oyun mu yapmıştı? Bunu anlayamadık.”[2]
KAYNAKLAR:

[1] Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, Enderun Yayınları, 3. Baskı, Istanbul 1981, sayfa XVII.
[2] Zeki Velidi Togan, Tarihte Usul, Enderun Yayınları, 3. Baskı, Istanbul 1981, sayfa XVIII, dipnot 2.

Ali Ihsan Sabis

Ali Ihsan Sabis 

Ali Ihsan Sabis Pasa Kurtulus Savasi Ali Ihsan Pasa
Kurtuluş Savaşı Komutanı Ali Ihsan Paşa (Sabis)

''Sabis'' Soyadını, Irak Cephesi’nde Sabis Mevkiinde Ingilizlere karşı savaşta gösterdiği başarılar nedeniyle alan ve Kurtuluş Savaşı’nda da Batı Cephesi 1. Ordu komutanlığına atanmış olan Ali Ihsan Sabis 

Paşa, Ismet Inönü ve avenesine suçlayıcı imzasız mektuplar gönderdiği gerekçesiyle 1944 senesinde kemalist rejim tarafından 15 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştı.

Muhakemesinden bir gün önce gazetelere şu direktif verilmiştir:

“Örfi Idare’den:

Ali Ihsan Sabis’in yarınki mahkemesi hakkında gazeteler mahkeme safahatı ve iddiadan bahsedecekler, maznunun emekli generalliği mevzuubahs edilmeyecek, sadece Ali Ihsan Sabis denilecek. 5.8.1944

Mıntıka Müdürlüğü”
ali ihsan sabis pasa kurtuluş savaşi 1944 muhakemesi basin

Bu vesika, Kemalist rejimin basını nasıl “kullandığını” (veya baskı altında tuttuğunu) ve Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir Paşa’ya verdikleri “değeri” göstermesi bakımından ibret vericidir.

KAYNAK:

Başta “Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü” olmak üzere çeşitli yerlerden verilen yasaklama kararlarının ve direktiflerin bir araya getirildiği ve “24 Haziran 1942 – 27 Şubat 1947″ dönemi yasaklarını kapsayan “Son Posta” gazetesine ait defter.

Şalcı Bacı

Şalcı Bacı


YIL 1926… Yer Erzurum… Şehirde gizli bir heyecan var…Bir kadın asılacak… Osmanlılar zamanında kadınlar idam edilmezmiş… Bir meydana bir sehpa kurulmuş… Jandarmalar kadını götürüyorlar… Kadın çarşaflı… O tarihte Anadolu’da bütün Müslüman kadınlar çarşaflıydı… Kadının suçu ne? Yeni çıkartılan Şapka Kanunu’nu tenkit etmiş…
Kadın bohçacılık yapan ve “Şalcı Bacı” adıyla tanınan bir vatandaş.İdam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla “Kadın şapka giye ki asıla…” diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak…
Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada… Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiriyor, ayaklarının altındaki sandalyayı çekiyor. Kadının vücudu titriyor, sallanıyor… Şalcı Bacının gırtlağından ölüm hırıltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şehadet getirebildi mi? İnşaallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi sehpada sabah rüzgarı ile sallanıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor…
Bu kadının idam hükmünü Çetin Altan’ın dedesi Tatar Hasan Paşa vermiştir. Altan bu konuda şu satırları yazmıştır:
“Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa’nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce “Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki” demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamışım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde.”
Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikâye yazmış (gerçek hikâye) ve başlığını “Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu” koymuştur.
Şalcı Bacı’nın asıldığı gün bütün Erzurum ağlamıştı. O dehşet günlerinde açıktan, herkesin önünde hıçkıra hıçkıra ağlamak suçtu. Rejime ve inkılaplara karşı gelmek demekti. Erzurumlular kıyıya kenara çekilmişler ve sessiz sedasız ağlamışlardı. Şalcı Bacı şehid olmuştu. Şalcı Bacı’yı şehid etmişlerdi.
Şapka yüzünden asılan, şehid edilen Müslüman sadece o mazlum kadın değildi. Ülkenin nice yerinde idamlar sergilenmişti. Ulemâdan İskilipli Âtıf Efendi, Babaeski müftüsü ve daha binlerce kişi…
Şalcı Bacı Şapka Kanunu’na muhalefetten asılmıştı. O zavallı bir bohçacı kadındı. Sırtında bohçası, bohçasının içinde kumaşlar, havlular, başörtüleri; evden eve dolaşır, bir iki parça mal satarak ekmek parası çıkartırdı. Kocası var mıydı, çocukları var mıydı? Bilmiyorum. Mutlaka kendisini sevenler, ona acıyanlar vardı. Çok ağladılar ama gözyaşları ölüleri diriltmiyordu.
Şalcı Bacı’yı astılar, sehpada sallanan cesedini bir iki gün, halkı korkutmak, dehşete düşürmek için teşhir ettiler, sonra kaldırıp bir çukura gömdüler.Acaba cenazesi yıkandı, kefenlendi mi, namazı kılındı mı, kendisine rahmet okundu mu?
Şapka Kanunu’na muhalefet eden bir âsiye rahmet dilemek de o devirde büyük suçtu.
Âtıf Efendinin mezarı belli mi?
Şalcı Bacı’nın ahı ne oldu? Yerde kaldı, yerde kaldı. Bu ülkenin Müslümanları Şalcı Bacı’nın hakkını aramadılar.
Demokrasi geldi, az çok fikir hürriyeti var ama Şalcı Bacı’nın hiç olmazsa hatırasını temize çıkartacak bir girişim olmadı.
Rant olsaydı bu işte, Şalcı Bacı aklanırdı ama rant yoktu. Rant olmayınca bir kısım İslâmcılar harekete geçmezler, küçük parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.
Şalcı Bacı Şalcı Bacı… Asıl ismi neydi acaba? Ardından bir Fatiha üç İhlas okuyan kaç kişi çıktı. Yâsin okuyan oldu mu acaba?
Aradan seksen seneden fazla zaman geçti, acaba şehid Şalcı Bacı için gıyabında cenaze namazı kılmak caiz olur mu?
Ah Şalcı Bacı… Bir Müslüman olarak senden utanıyorum…
Bir tek Şalcı Bacı’nın ahı bile bu memleketi uğursuzluk karanlıklarında bocalatmaya yeter de artar. Başka nice ahlar vahlar var.
Şalcı Bacı’ya, öteki mazlum şehidlere, zindanlarda çürüyenlere, sürgünlerde sefalet çekenlere, ezilenlere rahmet okuyorum.
Zalimlere lânet lânet lânet.
Gafil ve vefasız Müslümanlara ne desem bilmem ki…
En iyisi bir kenara çekilip ağlamak.
Şehid Edilen Şalcı Bacı – Mehmet Şevket Eygi – 19 ARALIK 2008
Paylaşımlar hakkında yorum yazmayı unutmayın.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı