20 Kasım 2013 Çarşamba
Şivan ve Ahmet
Hızır KAYAALP BLOG: Şivan ve Ahmet: Kemal Kılıçdaroğlu, 19 Kasım 2013 (dün) partisinin Meclis Grup Toplantısında Ahmet Kaya dan söz ediyor, ‘’ Ahmet Kaya yaşasaydı o D...
Şivan ve Ahmet
Kemal Kılıçdaroğlu,
19 Kasım 2013 (dün) partisinin Meclis Grup Toplantısında
Ahmet Kaya dan söz ediyor,
‘’ Ahmet Kaya yaşasaydı o Diyarbakır fotoğrafında yer
almazdı! ‘’
diyor....
Yanılıyorsun Kılıçdaroğlu!
Ahmet Kaya her zaman mazlumun yanında yer aldı.
Çünkü o çok değerli bir Sanatçıydı.
Ezilenden, mazlumdan,
mağdurdan yana her zaman taraf oldu.
Taraf olmanın bedelini, yaşadığı topraklardan uzak,
memleket hasretine daha fazla dayanamayarak canıyla ödedi.
Kemal bey!
Hani her konuşmanda ‘’ adamsan ‘’ deyip duruyorsun ya, evet o
adamdı hem de adam gibi adam.
Peki sen?
.
YineParti grup toplantısın da
diline çok da yakışmadığı, adını anman'ı bile imtina ettiğim Şivan dan söz
ediyorsun ya.
Dur dedim içimden...
Korktum,
belki methiyeler sıralarsın diye.
Çünkü senin methiyelerin Kürtler de ters istikamette etki gösterir.
Aklı sıra Şivan’ı eleştireceksin de toplum da, özelikle Kürtler nezdinde itibar kazanacak.
Öyle mi?
Vah.. vah…
‘’ Uludere’de öldürülen
34 Vatandaşımızın hesabı verilmeden sen hangi yüzle Erdoğan’a övgüler
düzüyorsun ey Şivan ? ’’
Diyorsun ya!
Vah… vah…
Tabi sen bilmiyorsun ki;
Şivan’ın övgüsü barışa, kardeşliğe, akan kanın durmasına
vesile olan herkese.
Şivan Kürt Halkı için sıradan bir sanatçı değil. O Halkının
feryadı, mazlumun umudu, sessiz
çoğunluğun sesi olmuştur.
Senin derdin Uludere değil. nereden mi biliyoruz derdinin Uludere olmadığı, hemen söleyeyim Dersim Katliamına bakışından biliyoruz.
Ama bizim derdimiz bu ülkede daha kan akmasın.
Kim olursa olsun, barışa bir tek damla ama sadece bile damla dahi katkıda bulunursa, bize has bir deyimle '' başımızın üstünde yeri var '' deriz.
.
Kemal bey!
Şivan tam 37 yıldır,
Geçmişte senin temsil ettiğin zihniyetinde olan hükümetler,
devletin marifetiyle bu mağduriyeti yaşatmıştır, yaşatılmıştır.
.
Şivan;
Sadece Kürtlerin değil, sadece Türklerin değil, o bu çoğrafya
da yaşayanların tamamının sanatçısı.
Şivan’ın Kürtlerde öyle müstesna bir yere sahip ki o kimse
değiştiremez.
Senin o ucuz kahramanlık denemelerine konu olacak biri
değil.
Sen ki.
Dersim Katliamının yaşandığı o toprakların bir evladı olarak
‘’ günün şartları ‘’ ile başlayan gevelemen ve sonrasında ‘’özre gerek ‘’yok deyişin aslında seni tanımlıyor.
Kemal bey!
Şivan’ı ağzına alma!
Neden mi
Ne demiştin hatırlatayım da belki nedenini belki anlarsın
.
Şimdi soruyorum
Kemal bey
Yukarıda ki sen misin?
17 Kasım 2013 Pazar
Büyük Oyunu Bozmaya Haydi Tarih Yazmaya: NEREDEN NEREYE !
Büyük Oyunu Bozmaya Haydi Tarih Yazmaya: NEREDEN NEREYE !: Yıl 6 Kasım 1991 Yer; Türkiye Büyük Millet Meclisi 19. Yasama Dönemi için yapılan yemin töreni Kürsüde; Leyla Zana Türkçe yemin...
NEREDEN NEREYE !
Yıl 6 Kasım 1991
Yer; Türkiye Büyük Millet Meclisi
19. Yasama Dönemi için yapılan yemin töreni
Kürsüde; Leyla Zana
Türkçe yemininden sonra;
“ben bu yemini Türk
ve Kürt halklarının kardeşliği için ettim”
Diyor ve kürsüden protestolar eşliğinde ayrılıyor…
Sonra,
Sonra mı? Sonrası 9
yıl hapis
.
22 Yıl sonra
.
Yıl 16 Kasım 2013
Yer; Leyla Zana’nın Memleketi Diyarbakır
Kantar Köprülü Kavşağında düzenlenen toplu açılış töreni
Kürsüde; Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani
Kürtçe Konuşmasından sonra;
''Yaşasın barış, yaşasın Türk Kürt kardeşliği.''
Diyerek konuşmasını bitiriyor.
Diyerek konuşmasını bitiriyor.
.
Yıl; 1980 Darbesi sonrası
Yer; Bilinmiyor
Kürsüde; Kenan Paşa
Kürt diye bir millet yoktur.
''Dağda Karda yürürken kart kırt sesleri çıkarır Kürt
lafı oradan gelir''.
.
Yıl; 2013
Yer; Yine Diyarbakır
Kürsüde; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan;
''Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki değerli kardeşlerimizi
muhabbetle selamlıyorum''
diyerek başlıyor konuşmasına
Ve devam ediyor
"Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını
göreceğiz",
Diyor…
‘’ Biz kardeşiz,
biz pazara kadar değil mezara kadar,
mahşere kadar biriz, beraberiz.
Ve Sonrasın da
‘’ Biz aynı coğrafyanın aynı toprakların medeniyetin
mensuplarıyız.’’
‘’Zalimlerin yanında yer almayacağız,
sofrasında oturanlardan olmayacağız. ''
'' Mazlumların mağdurların gariplerin yol arkadaşı olacağız.
İşte bugün olduğu gibi.
Kuzeyi güneyi doğuyu batıyı hep birlikte kucaklayacağız ‘’
.
Dünün yönetimindeki bir Türkiye’nin uygulamaların dan,
Bugünün İktidar yönetimin başındaki Başbakanın söylemlerinden
Türkiye’nin nereden nereye geldiğini görmemek vicdansızlıktır.
Dün Diyarbakır’da tarihi bir gün yaşandı.
Türkiye adına tarihi bir gün yaşandı.
Kürtler adına tarihi bir gün yaşandı.
Türkler adına tarihi bir gün yaşandı.
Ortadoğu için tarihi bir gün yaşandı.
.
Evet barışın, demokrasinin, halkların kardeşliğinin, olduğu bir ülkeye
dönüşmesi için, güçlü bir Türkiye
inşa edileceğinin başlangıcıydı dün.
13 Kasım 2013 Çarşamba
BİTLİS'İN TARİHİ
BİTLİS'İN TARİHİ
Tarihçiler Bitlis tarihini değişik zamanlardan başlatmaktadırlar. 5000 yıllık, 7000 yıllık tarih gibi. Gerçekte Bitlis tarihi Neolotik Çağ dediğimiz Yenitaş dönemine kadar uzanmaktadır. Neolitik Çağ, Yenitaş veya Cilalı Taş Devri denilen bu dönem, Ortataş Devri ile Tunç Devri arasındaki arkeolojik dönemdir. Bu dönem M.Ö. 3000 yıllarıyla 9000 yılları arasını kapsamaktadır.
Bitlis ve yöresinin yazılı tarih öncesi oldukça karanlıktır. En önemli nedenleri yüzeydeki buluntuların az olması ve bugüne kadar gerçekçi bir arkeolojik çalışma yapılmamasıdır.
Bitlis ili sınırları içerisinde bulunan Süphan ve Nemrut dağlarındaki obsidyen (doğal cam yatakları), doğrudan olmasa bile dolaylı olarak bu yöre tarihinin Neolitik dönemine kadar çıktığını göstermektedir. Obsidyen yataklarından elde edilen doğal camın yontucu, kesici, kazıyıcı olarak çevredeki yerleşim yerlerinde kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Yine yapılan çalışmalar sonucunda o döneme ait ticaret yolu Van Gölünün doğusundan güneye (bugün ki Van ili sınırları içerisinde bulunan Kalkolitik – Maden Dönemi – yerleşme alanı olan Tilkitepe), batıda ise Diyarbakır il sınırlarına (Ergani yakınındaki çanak-çömleksiz bir Neolitik yerleşme yeri olan Çayönü) dek uzanmaktadır.1 Bitlis ilinin Van ve Diyarbakır arasında yerleşmiş olması, Van’dan Diyarbakır’a yapılacak ticaretin o dönemlerde ancak Bitlis üzerinden yapılacağı dikkate alındığında, Bitlis’in Neolitik dönemden beri yerleşme yeri olduğu bir gerçektir.
Neolitik Çağ, M.Ö. 3000 yıllarında sona ermiştir. Bu tarihi baz aldığımızda Bitlis’in 5000 yıllık bir tarihe ve geçmişe sahip olduğunu görmekteyiz. Büyük bir ihtimalle Bitlis’in tarihi bundan daha da eskidir. Güneybatı Asya ülkelerindeki Neolitik Çağ M.Ö. 9000-5000, Avrupa ülkelerindeki Neolitik Çağ M.Ö. 6500, Tuna kıyılarında M.Ö. 5500 olduğuna göre Bitlis’in tarihinin 5000 yıldan fazla olması, 5000 - 7000 yıllık olması çok kuvvetle muhtemeldir.
Bitlis ve yöresinin yazılı tarih öncesi oldukça karanlıktır. En önemli nedenleri yüzeydeki buluntuların az olması ve bugüne kadar gerçekçi bir arkeolojik çalışma yapılmamasıdır.
Bitlis ili sınırları içerisinde bulunan Süphan ve Nemrut dağlarındaki obsidyen (doğal cam yatakları), doğrudan olmasa bile dolaylı olarak bu yöre tarihinin Neolitik dönemine kadar çıktığını göstermektedir. Obsidyen yataklarından elde edilen doğal camın yontucu, kesici, kazıyıcı olarak çevredeki yerleşim yerlerinde kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Yine yapılan çalışmalar sonucunda o döneme ait ticaret yolu Van Gölünün doğusundan güneye (bugün ki Van ili sınırları içerisinde bulunan Kalkolitik – Maden Dönemi – yerleşme alanı olan Tilkitepe), batıda ise Diyarbakır il sınırlarına (Ergani yakınındaki çanak-çömleksiz bir Neolitik yerleşme yeri olan Çayönü) dek uzanmaktadır.1 Bitlis ilinin Van ve Diyarbakır arasında yerleşmiş olması, Van’dan Diyarbakır’a yapılacak ticaretin o dönemlerde ancak Bitlis üzerinden yapılacağı dikkate alındığında, Bitlis’in Neolitik dönemden beri yerleşme yeri olduğu bir gerçektir.
Neolitik Çağ, M.Ö. 3000 yıllarında sona ermiştir. Bu tarihi baz aldığımızda Bitlis’in 5000 yıllık bir tarihe ve geçmişe sahip olduğunu görmekteyiz. Büyük bir ihtimalle Bitlis’in tarihi bundan daha da eskidir. Güneybatı Asya ülkelerindeki Neolitik Çağ M.Ö. 9000-5000, Avrupa ülkelerindeki Neolitik Çağ M.Ö. 6500, Tuna kıyılarında M.Ö. 5500 olduğuna göre Bitlis’in tarihinin 5000 yıldan fazla olması, 5000 - 7000 yıllık olması çok kuvvetle muhtemeldir.
Bitlis İsminin Kaynağı
Bitlis’in günümüzde kullanılan isminin nereden kaynaklandığı kesinlikle bilinmemektedir. Bitlis tarih boyunca değişik isimlerle anılmıştır. Asurlular Bit-Liz, Persler ve Yunanlılar Bad-Lis veya Bad-Lais, Bizanslılar Bal-Lais-on, Babaleison veya Baleş, Araplar Bad-Lis, Ermeniler Pageş veya Pagişi olarak kullanmışlardır. Asur dilinde Bit kelimesi yurt, Bet kelimesi kale manasında kullanılmış, Bit-Liz demek Liz’in Yurdu, Bet-Lis demek ise Liz’in Kalesi manasına gelmektir.
Bitlis ismiyle ilgili olarak tarihçilerin ittifakla üzerinde durdukları olay şöyledir:
M.Ö. 336 yılında Makedonya kralı II. Filibe ölmüş, yerine Büyük İskender kral olarak geçmiştir. (Şerefname’de Makedonyalı büyük İskender’in, peygamber olarak bilinen İskender Zülkarneyn olduğunu iddia etmektedir. Zülkarneyn “iki boynuz” manasına geldiğinden, Zülkarneyn’in sürekli doğuya hareket ettiği ve 31 yaşında öldüğünden dolayı büyük İskender olduğunu savunmaktadır. Büyük İskender’in de anlında boynuz halinde iki et yumrusu çıktığı, doğuya seferler yaptığı ve 30 yaşlarında öldüğünden dolayı aynı kişiler olduğunu tezi ileri sürülmüştür. Ancak bu fikirler bugüne kadar ispat edilememiştir.) Babil’i işgal eden İskender, ordularıyla beraber Hindistan seferine çıkmayı kararlaştırmıştır.3
Bu arada İskender’in anlında boynuza benzeyen iki et parçası çıkmış, maiyetinden gizlemek için sürekli boynuzlu miğfer kullanmak zorunda kalmıştır. Derdine çare için görüştüğü bütün hekimler, şifasının sularda olduğunu ve her gittiği yerdeki suları kullanmasını tavsiye etmişlerdir. Bu nedenle Büyük İskender, uğradığı her yerdeki sularda yüzünü yıkayarak derdine çare aramıştır. Şattülarap’a vardığı zaman Dicle nehrine akan bütün suların araştırılmasını istemiş, bilginleri bu işle görevlendirmiştir. Bütün suları araştıran İskender ve mahiyeti, uzun bir yürüyüşten sonra Bitlis önlerine gelmiştir. Bitlis çayının hastalığına şifa verdiğini görünce Kösür ve Rabat sularının birleştiği yerde karargahını kurmuştur.4
Emrindeki hekimler İskender’e; suyun kaynağına gitmesini istemişlerdir. Bu tavsiye üzerine Bitlis’in doğusundan akan Rabat suyu takip edilerek suyun kaynağına gidilmiştir. Ancak günlerce bu suyu kullanmasına rağmen şifa olmadığını görmüş, bu defa şehrin batısından gelen Kösür çayına yönelmiş, sonunda bu suyun kaynağı olan pınara varılmıştır. Bu pınarın bulunduğu, suların fışkırdığı o dağlık, ağaçlık yeşil tepeler İskender’in gözüne çok güzel görünmüştür. Her taraf zümrüt yeşilliğinde, reyhan ve değişik çiçeklerle bezenmişti. Bu yerin iklimi İskender’i hayran bırakmıştır. Bu güzel tabiat parçasının havasından ve suyundan faydalanmak için birkaç gün (bir hafta) burada konaklamaya karar vermiştir. Bu suyun kenarında konakladıktan bir hafta sonra, Kösür suyunun derdine şifa olduğu ve boynuzlarının kaybolduğu görülmüştür.1 Günümüzde hala bu suya İskender Çeşmesi denilmektedir. Bu çeşme Bitlis’e 10 km. uzaklıkta, Duav yaylasındadır. Derdine şifa bulan İskender bu yerin ve suyun ebedileştirilmesi için Bedlis (Badlis) veya Leis ismindeki komutanını yanına çağırarak bu çeşmeden 4 saatlik veya 12.000 adımlık uzaklıkta, Rabat ve Kösür sularının birleştiği yerde müstahkem bir kale yapmasını istemiştir. Komutanına (Şerefname’de kölesi olarak geçmektedir) dönerek; “Ben İran (bazı Kaynaklarda Hindistan) seferinden dönünceye kadar buraya öyle bir kale yap ki, benim gibi bir kral veya kumandan dahi onu ele geçiremesin. Böylece bu kalenin ve yerin ismi kuşaktan kuşağa, yüzyıldan yüzyıla ebedileşsin” demiştir. Bu emri alan Bedlis veya Leis ismindeki komutan hemen işe başlamış, bir yıl gibi kısa bir sürede M.Ö. 331 tarihinde bugün ki kaleyi yapmayı başarmıştır.
Hindistan ve İran seferinden dönen İskender şehre geldiği zaman karşısında muazzam bir kale görmüştür. Bedlis’e haber göndererek kaleyi teslim etmesini istemiştir. Kaleyi teslim etmeyeceğini, savaşa hazır olduğu bildirerek İskender’in teklifini reddetmiş ve kale kapılarını kapatmıştır. Bunun üzerine İskender bütün güçleriyle kaleyi kuşatmaya başlamıştır. günlerce uğraşmış, kaleyi alamayacağını anlayınca kuşatmayı kaldırarak Rahva ovasına doğru geri çekilmiştir. İskender’in çekildiği gören Bedlis, Rahva ovasında İskender’in atının ayağına kapanıp bir zarf içinde kalenin anahtarını sunmuş, çıkışı bu yerde olan tünelden kendilerini kaleye davet etmiştir. Kalenin anahtarlarını alan Büyük İskender; “Bre mel’un, madem ki anahtarı verecektin, niye asi olup bu kadar adamımı kırdırdın” demesi üzerine Bedlis, İskender’den Affını dileyerek; “Ey büyük fatih! Benim sana karşı başkaldırmam ve direnmem, senin daha önce vermiş olduğun emrin gereği idi. Sen; benim gibi bir kralın alamayacağı bir kale yapmamı emretmiştin. Senin emrin üzerine yaptığım bu kalenin ne kadar sağlam, fethedilmesinin ne kadar imkansız olduğunu ispat etmek amacıyla bu cüreti gösterdim. Şimdi ben ve kuvvetlerim hareketimizden dolayı müstahak göreceğiniz cezaya razı olarak emrinizdeyiz” demiştir.1
Komutanın bu sözlerini çok beğenen İskender, komutanını ödüllendirmek için şehrin yönetimini bu komutanına devrederek ve şehre Bedleis adını vermiştir. O günden sonra şehrin ismi Bedlis kalmıştır. Zamanla bazı harf değişikliklerine uğrayan bu isim, günümüzde BİTLİS adını almıştır.
Bitlis’in İşgali ve Kurtuluşu
Osmanlı Devleti 1912 yılında başlayan Balkan Harbi’nden yenik çıkmıştı. Birçok toprak kaybının yanında çok sayıda asker ve malzeme kaybına uğramıştı. Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Almanların oyunuyla I. Dünya Harbi’nin içine girilmiştir. Birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Türk milleti, çok canlara mal olmuş, çok acılar çekmiş olduğu bir Kafkas Cephesi yaşamıştır.
Savaşın ilânıyla beraber seferberlik emri Bitlis şehrinde halkın görebileceği yerlere sabah erkenden asılmıştır. Seferberlik yazısını okuyan halk, Bitlis askerlik şubesine giderek askere yazılmıştır. Bu kafileyi takiben Bitlis şehrinden birçok kafile Kafkas Cephesi’ne yollanıştır. 40.000 kişilik 10 uncu Kolordunun bir kısmını teşkil eden Bitlis uşaklarının ekseriyeti şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bu şehitler, Sarıkamış Harekâtı sırasında Allah-u Ekber Dağlarında donarak, hayatlarının baharında göçmüşlerdir.
Rus Çarı Deli Petro’nun vasiyeti gereği yıllardan beri sıcak denizlere ulaşma hayalleri içinde yaşayan Çarlık Rusya orduları harekete geçmiş, Ermeni asıllı General Yudenich’in Başkomutanlığındaki Kafkas Ordusuna Anadolu’nun doğusunun işgali emri verilmiştir. Bu emir üzerine Kafkas Ordusuna bağlı 4 üncü Kafkas Kolordusu Doğu Anadolu’ya girmiştir. Kısa bir süre içerisinde Doğu Anadolu’nun birçok şehrini işgal eden Rus birlikleriyle ona öncülük eden gözü dönmüş Ermeni çapulcuları Bitlis sınırlarına dayanmıştır.
Bitlis’in günümüzde kullanılan isminin nereden kaynaklandığı kesinlikle bilinmemektedir. Bitlis tarih boyunca değişik isimlerle anılmıştır. Asurlular Bit-Liz, Persler ve Yunanlılar Bad-Lis veya Bad-Lais, Bizanslılar Bal-Lais-on, Babaleison veya Baleş, Araplar Bad-Lis, Ermeniler Pageş veya Pagişi olarak kullanmışlardır. Asur dilinde Bit kelimesi yurt, Bet kelimesi kale manasında kullanılmış, Bit-Liz demek Liz’in Yurdu, Bet-Lis demek ise Liz’in Kalesi manasına gelmektir.
Bitlis ismiyle ilgili olarak tarihçilerin ittifakla üzerinde durdukları olay şöyledir:
M.Ö. 336 yılında Makedonya kralı II. Filibe ölmüş, yerine Büyük İskender kral olarak geçmiştir. (Şerefname’de Makedonyalı büyük İskender’in, peygamber olarak bilinen İskender Zülkarneyn olduğunu iddia etmektedir. Zülkarneyn “iki boynuz” manasına geldiğinden, Zülkarneyn’in sürekli doğuya hareket ettiği ve 31 yaşında öldüğünden dolayı büyük İskender olduğunu savunmaktadır. Büyük İskender’in de anlında boynuz halinde iki et yumrusu çıktığı, doğuya seferler yaptığı ve 30 yaşlarında öldüğünden dolayı aynı kişiler olduğunu tezi ileri sürülmüştür. Ancak bu fikirler bugüne kadar ispat edilememiştir.) Babil’i işgal eden İskender, ordularıyla beraber Hindistan seferine çıkmayı kararlaştırmıştır.3
Bu arada İskender’in anlında boynuza benzeyen iki et parçası çıkmış, maiyetinden gizlemek için sürekli boynuzlu miğfer kullanmak zorunda kalmıştır. Derdine çare için görüştüğü bütün hekimler, şifasının sularda olduğunu ve her gittiği yerdeki suları kullanmasını tavsiye etmişlerdir. Bu nedenle Büyük İskender, uğradığı her yerdeki sularda yüzünü yıkayarak derdine çare aramıştır. Şattülarap’a vardığı zaman Dicle nehrine akan bütün suların araştırılmasını istemiş, bilginleri bu işle görevlendirmiştir. Bütün suları araştıran İskender ve mahiyeti, uzun bir yürüyüşten sonra Bitlis önlerine gelmiştir. Bitlis çayının hastalığına şifa verdiğini görünce Kösür ve Rabat sularının birleştiği yerde karargahını kurmuştur.4
Emrindeki hekimler İskender’e; suyun kaynağına gitmesini istemişlerdir. Bu tavsiye üzerine Bitlis’in doğusundan akan Rabat suyu takip edilerek suyun kaynağına gidilmiştir. Ancak günlerce bu suyu kullanmasına rağmen şifa olmadığını görmüş, bu defa şehrin batısından gelen Kösür çayına yönelmiş, sonunda bu suyun kaynağı olan pınara varılmıştır. Bu pınarın bulunduğu, suların fışkırdığı o dağlık, ağaçlık yeşil tepeler İskender’in gözüne çok güzel görünmüştür. Her taraf zümrüt yeşilliğinde, reyhan ve değişik çiçeklerle bezenmişti. Bu yerin iklimi İskender’i hayran bırakmıştır. Bu güzel tabiat parçasının havasından ve suyundan faydalanmak için birkaç gün (bir hafta) burada konaklamaya karar vermiştir. Bu suyun kenarında konakladıktan bir hafta sonra, Kösür suyunun derdine şifa olduğu ve boynuzlarının kaybolduğu görülmüştür.1 Günümüzde hala bu suya İskender Çeşmesi denilmektedir. Bu çeşme Bitlis’e 10 km. uzaklıkta, Duav yaylasındadır. Derdine şifa bulan İskender bu yerin ve suyun ebedileştirilmesi için Bedlis (Badlis) veya Leis ismindeki komutanını yanına çağırarak bu çeşmeden 4 saatlik veya 12.000 adımlık uzaklıkta, Rabat ve Kösür sularının birleştiği yerde müstahkem bir kale yapmasını istemiştir. Komutanına (Şerefname’de kölesi olarak geçmektedir) dönerek; “Ben İran (bazı Kaynaklarda Hindistan) seferinden dönünceye kadar buraya öyle bir kale yap ki, benim gibi bir kral veya kumandan dahi onu ele geçiremesin. Böylece bu kalenin ve yerin ismi kuşaktan kuşağa, yüzyıldan yüzyıla ebedileşsin” demiştir. Bu emri alan Bedlis veya Leis ismindeki komutan hemen işe başlamış, bir yıl gibi kısa bir sürede M.Ö. 331 tarihinde bugün ki kaleyi yapmayı başarmıştır.
Hindistan ve İran seferinden dönen İskender şehre geldiği zaman karşısında muazzam bir kale görmüştür. Bedlis’e haber göndererek kaleyi teslim etmesini istemiştir. Kaleyi teslim etmeyeceğini, savaşa hazır olduğu bildirerek İskender’in teklifini reddetmiş ve kale kapılarını kapatmıştır. Bunun üzerine İskender bütün güçleriyle kaleyi kuşatmaya başlamıştır. günlerce uğraşmış, kaleyi alamayacağını anlayınca kuşatmayı kaldırarak Rahva ovasına doğru geri çekilmiştir. İskender’in çekildiği gören Bedlis, Rahva ovasında İskender’in atının ayağına kapanıp bir zarf içinde kalenin anahtarını sunmuş, çıkışı bu yerde olan tünelden kendilerini kaleye davet etmiştir. Kalenin anahtarlarını alan Büyük İskender; “Bre mel’un, madem ki anahtarı verecektin, niye asi olup bu kadar adamımı kırdırdın” demesi üzerine Bedlis, İskender’den Affını dileyerek; “Ey büyük fatih! Benim sana karşı başkaldırmam ve direnmem, senin daha önce vermiş olduğun emrin gereği idi. Sen; benim gibi bir kralın alamayacağı bir kale yapmamı emretmiştin. Senin emrin üzerine yaptığım bu kalenin ne kadar sağlam, fethedilmesinin ne kadar imkansız olduğunu ispat etmek amacıyla bu cüreti gösterdim. Şimdi ben ve kuvvetlerim hareketimizden dolayı müstahak göreceğiniz cezaya razı olarak emrinizdeyiz” demiştir.1
Komutanın bu sözlerini çok beğenen İskender, komutanını ödüllendirmek için şehrin yönetimini bu komutanına devrederek ve şehre Bedleis adını vermiştir. O günden sonra şehrin ismi Bedlis kalmıştır. Zamanla bazı harf değişikliklerine uğrayan bu isim, günümüzde BİTLİS adını almıştır.
Bitlis’in İşgali ve Kurtuluşu
Osmanlı Devleti 1912 yılında başlayan Balkan Harbi’nden yenik çıkmıştı. Birçok toprak kaybının yanında çok sayıda asker ve malzeme kaybına uğramıştı. Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Almanların oyunuyla I. Dünya Harbi’nin içine girilmiştir. Birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Türk milleti, çok canlara mal olmuş, çok acılar çekmiş olduğu bir Kafkas Cephesi yaşamıştır.
Savaşın ilânıyla beraber seferberlik emri Bitlis şehrinde halkın görebileceği yerlere sabah erkenden asılmıştır. Seferberlik yazısını okuyan halk, Bitlis askerlik şubesine giderek askere yazılmıştır. Bu kafileyi takiben Bitlis şehrinden birçok kafile Kafkas Cephesi’ne yollanıştır. 40.000 kişilik 10 uncu Kolordunun bir kısmını teşkil eden Bitlis uşaklarının ekseriyeti şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bu şehitler, Sarıkamış Harekâtı sırasında Allah-u Ekber Dağlarında donarak, hayatlarının baharında göçmüşlerdir.
Rus Çarı Deli Petro’nun vasiyeti gereği yıllardan beri sıcak denizlere ulaşma hayalleri içinde yaşayan Çarlık Rusya orduları harekete geçmiş, Ermeni asıllı General Yudenich’in Başkomutanlığındaki Kafkas Ordusuna Anadolu’nun doğusunun işgali emri verilmiştir. Bu emir üzerine Kafkas Ordusuna bağlı 4 üncü Kafkas Kolordusu Doğu Anadolu’ya girmiştir. Kısa bir süre içerisinde Doğu Anadolu’nun birçok şehrini işgal eden Rus birlikleriyle ona öncülük eden gözü dönmüş Ermeni çapulcuları Bitlis sınırlarına dayanmıştır.
1915 yılının Temmuz ayının bir Ramazan gecesinde, Ruslar’ın Bitlis’i işgal etmek için Başhan mevkiine geldiği haberi alınmıştır. Bu haberi alan bütün Bitlis halkı, çocuklarının ellerinden tutarak göç için yollara düşmüştür. Ancak Bitlis’teki Türk askerinin ve milis kuvvetlerin dirayetli savunması sonucunda Ruslar Bitlis’e giremeyerek geri çekilmiştir. Ancak bu sevinç fazla sürmemiş, Şubat 1916 sonlarında Rus askeri ve Ermeni İntikam Tugayları tekrar Bitlis kapılarına dayanmıştır.3
Bitlis’i savunan kuvvetlerin toplamı 1400-2000 kişi arasındaydı. Bu birliğin 600 kişilik kısmı milis kuvvetlerden teşekkül etmişti. Piyade Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk birliği, silah, cephane ve asker bakımından kendisinden çok fazla olan Rus ve Ermeni birlikleriyle savaşmak zorunda kalmıştır. Bütün direnmelere rağmen, 3 mart 1916 günü saat 05 de Bitlis işgal edilmiştir.4
İşgalden sonra özellikle Rus birliklerinin içerisinde bulunan ve Ermenileri felakete sürükleyenlerden birisi olan Antranik’in kurmuş olduğu “Ermeni İntikam Tugayları” şehir merkezine dağılarak, zamanında göç edememiş kimsesiz, yaşlı ve hastaları katletmeye başlamışlardır. Bu durumu Rus Generali Maslofski şöyle anlatmaktadır: Bitlis’in zaptından sonra 3 Mart öğle zamanı Antranik’in komutasındaki 1 inci Ermeni Taburu (İntikam Taburu) gece hücumundan evvel arkada bırakılmış olduğundan, boğaza girerken müsaade almadan şehre girmiş ve birçok Türk ailelerin toplanmış oldukları Amerikan Hastanesine koşmuşlar ve intikam kastiyle öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.” 5
Bu işgalle beraber Bitlis, ikinci büyük göç olayını yaşamıştır. Göç edemeyip şehirde kalanlar Ermeni kurbanı olurken, göç edenler ise çetin kış şartları altında açlık, sefalet ve çapulcuların kurbanı olmuştur. Göç eden halk, götüremediği 1000’den fazla çocuğunu köprü altlarında, kar kümelerinin yanında ölüme terk etmiştir. Bitlis Geçitleri’nin Rusların eline geçmesi Türk Genel Kurmayı’nı düşündürmeye yönelmiştir. bu geçitlerin düşman eline geçmesi; Diyarbakır, Adana, Halep, Bağdat yolunun düşmana açılması manasına geliyordu. Bitlis’in acil olarak geri alınmasına karar veren Türk Genel Kurmayı, Çanakkale savaşlarında büyük kahramanlıklar göstermiş ve o tarihlerde Edirne’de istirahattte bulunan 2 inci Ordunun, öncelikle 2 inci Orduya bağlı 16 ıncı Kolordunun acilen Bitlis cephesine gönderilmesine karar vermiştir. Bu Kolordunun komutanlığına Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’i atamıştır. Albaylıktan Generalliğe yükseltilen Mustafa Kemal, 27 Mart tarihinde ilimizi ziyaret etmiş, gerekli talimatları verdikten sonra karargahını kurmuş olduğu Silvan’a geri dönmüştür. Temmuz ayı sonlarında taarruz için tekrar Bitlis’e gelmiştir.
Bitlis’te 16 ncı Kolordunun 5 inci Piyade Tümeni bulunuyordu. Bu Tümen 13, 14 ve 15 inci Piyade Alaylarından oluşmaktaydı. Yine bu Tümenin yanında sayılarının 2000 – 3000 arasında olduğu tahmin edilen Şeyh Muhammed Diyauddin (Hazret), Mutki Aşiret Reisi Hacı Musa Bey ve diğer milis birlikler bulunmaktaydı. 1 Ağustos 1916 tarihinde Mustafa Kemal tarafından taarruz emri verilmiş, 8 Ağustos 1916 tarihinde Bitlis sabah 05’de istiklaline kavuşmuştur.1
5 ay 5 dün düşman işgalinde kalan Bitlis, savaş sonrası harabeye dönmüştür. Savaşın ağır faturası halen günümüzde çekilmektedir. Savaşla beraber başlayan göç hareketleri, bütün hızıyla günümüzde de sürmektedir. Bitlis’in kurtuluşu, Türk’ün makus talihinin yenildiği gündür. Bitlis, birinci dünya savaşıyla beraber Anadolu’da işgal edilen vilayetler içinde istiklaline kavuşan ilk şehirdir. Bu kurtuluş, milli mücadelenin ilk kıvılcımıdır.
ATATÜRK’ÜN ZİYARETİ
Gazi Mustafa Kemal, 7 Kasım 1916 tarihinde İlimizi üçüncü defa ziyaret etmiştir. Bu son gelişlerindeki gaye, 5 inci Tümen komutanlığındaki görev değişikliğinde bulunmak, 5 inci Tümenin arazi üzerindeki tertibatını, ihtiyaçlarını ve genel durumunu görmek, Van Harekat Müfrezesinin hareketini temin etmekti. 10 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’e gelen Mustafa Kemal, 21 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’ten ayrılmıştır. Bu süre içerisinde Milis Komutanlarla görüşmüş, Hastane, Askeri Birlikler, bazı türbe ve camileri gezmiştir.
15 Kasım 1916 tarihinde Rahva Ovasında bulunan Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk Birliğine bir tatbikat yaptırtmıştır. Bu tatbikatı izlemek için Başhan sırtlarına çıkmıştır. Bu sırtlardan Van Gölü’nü gördüğü vakit; “Burası çok güzel yerler. Burada bir Şark Üniversitesinin kurulması gereklidir” ifadesinde bulunmuştur.
Mustafa Kemal bu vasiyetini 1 Kasım 1936 ve 1 Kasım 1937 yılında TBMM’nin açılış konuşmasında da dile getirmiştir. Bu konuşmalarında:
“.... Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek Garp bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlanmış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden ilk okulları ile ve nihayet üniversitesiyle modern kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.
Bu hayırlı teşebbüsün doğu vilayetlerimizin gençlerine bahşedeceği feyiz, Cumhuriyet hükümeti için ne mutlu eser olacaktır.”
1 Kasım 1937 tarihindeki Meclis açılış konuşmasında da;
“Sevgili Arkadaşlarım;
Yüksel tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi şuurlu ve modern kültürlü olarak yetiştirmek için İstanbul Üniversitesinin tekamülü, Ankara Üniversitesinin tamamlanması ve Şark Üniversitesinin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde, Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir.”1
Gazimizin bu vasiyeti gereği 1924 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir heyet Bitlis’e gelerek Rahva Ovasının Göle yakın kısmında arazi tetkikinde bulunmuştur.
1953 yılında o zamanki Cumhuriyet hükümeti Gazi’mizin bu vasiyetini yerine getirmek için daha önceden tetkik edilen Rahva Ovasının göle yakın kısmına temel atma girişiminde bulunmuştur. İnşaat malzemeleri stoku yapılmış, temel atma sırasında Bitlis ve Van vilayetleri arasında çıkan kavga nedeniyle (Mustafa Kemal hayatı boyunca Van’a gitmemiş ve Van’ı görmemiştir) temel atılması geçici bir süre için durdurulmuştur.
Mustafa Kemal’in bu vasiyetinin yerine getirilmesi hem Gazi’mizi ve hem de Bitlis halkını mutlu kılacaktır.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Anadolu’nun her köşesinde düşmana karşı ayaklanmalar ve örgütlenmeler başlamıştı. İçinde Bitlis’in de bulunduğu Doğu Anadolu toprakları üzerinde “bağımsız bir Ermeni devletinin kurulması” fikrinin ortaya atılmasıyla bu örgütlenmeler ilçelere varıncaya kadar devam etmiştir. Bitlis bölgesinde kadınlar ve erkekler arasında Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kurulması sağlanmıştır. 20 Şubat 1920 tarihli yazı bu konuyla ilgilidir.
Sivas’ta: Bitlis Vali-i Alisi Paşa Hazretlerine
Sivas’ta: Diyarı Bekir Vali-i Alisi Beyefendi Hazretlerine
Muhterem Paşa Hazretleri, Muhterem Beyefendi Hazretleri
Merkezi Sivas’ta olmak üzere kurduğumuz Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetinin nizamnamesinden bir nüshasını zatınıza ve vilayetinize takdim ediyorum. Cemiyetimizin maksadı, zavallı memleketimizin haksız işgallerden, bazı yörelerde yapılan mezalim ve faciadan kurtulması için çalışmaktan ibaret olduğuna bakılarak vilayetiniz dahilinde de bir nizamname yazılarak müstakil şubelerin kurulmasına emir buyrulmasını istirham ile takdim ederim.
Bitlis’i savunan kuvvetlerin toplamı 1400-2000 kişi arasındaydı. Bu birliğin 600 kişilik kısmı milis kuvvetlerden teşekkül etmişti. Piyade Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk birliği, silah, cephane ve asker bakımından kendisinden çok fazla olan Rus ve Ermeni birlikleriyle savaşmak zorunda kalmıştır. Bütün direnmelere rağmen, 3 mart 1916 günü saat 05 de Bitlis işgal edilmiştir.4
İşgalden sonra özellikle Rus birliklerinin içerisinde bulunan ve Ermenileri felakete sürükleyenlerden birisi olan Antranik’in kurmuş olduğu “Ermeni İntikam Tugayları” şehir merkezine dağılarak, zamanında göç edememiş kimsesiz, yaşlı ve hastaları katletmeye başlamışlardır. Bu durumu Rus Generali Maslofski şöyle anlatmaktadır: Bitlis’in zaptından sonra 3 Mart öğle zamanı Antranik’in komutasındaki 1 inci Ermeni Taburu (İntikam Taburu) gece hücumundan evvel arkada bırakılmış olduğundan, boğaza girerken müsaade almadan şehre girmiş ve birçok Türk ailelerin toplanmış oldukları Amerikan Hastanesine koşmuşlar ve intikam kastiyle öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.” 5
Bu işgalle beraber Bitlis, ikinci büyük göç olayını yaşamıştır. Göç edemeyip şehirde kalanlar Ermeni kurbanı olurken, göç edenler ise çetin kış şartları altında açlık, sefalet ve çapulcuların kurbanı olmuştur. Göç eden halk, götüremediği 1000’den fazla çocuğunu köprü altlarında, kar kümelerinin yanında ölüme terk etmiştir. Bitlis Geçitleri’nin Rusların eline geçmesi Türk Genel Kurmayı’nı düşündürmeye yönelmiştir. bu geçitlerin düşman eline geçmesi; Diyarbakır, Adana, Halep, Bağdat yolunun düşmana açılması manasına geliyordu. Bitlis’in acil olarak geri alınmasına karar veren Türk Genel Kurmayı, Çanakkale savaşlarında büyük kahramanlıklar göstermiş ve o tarihlerde Edirne’de istirahattte bulunan 2 inci Ordunun, öncelikle 2 inci Orduya bağlı 16 ıncı Kolordunun acilen Bitlis cephesine gönderilmesine karar vermiştir. Bu Kolordunun komutanlığına Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’i atamıştır. Albaylıktan Generalliğe yükseltilen Mustafa Kemal, 27 Mart tarihinde ilimizi ziyaret etmiş, gerekli talimatları verdikten sonra karargahını kurmuş olduğu Silvan’a geri dönmüştür. Temmuz ayı sonlarında taarruz için tekrar Bitlis’e gelmiştir.
Bitlis’te 16 ncı Kolordunun 5 inci Piyade Tümeni bulunuyordu. Bu Tümen 13, 14 ve 15 inci Piyade Alaylarından oluşmaktaydı. Yine bu Tümenin yanında sayılarının 2000 – 3000 arasında olduğu tahmin edilen Şeyh Muhammed Diyauddin (Hazret), Mutki Aşiret Reisi Hacı Musa Bey ve diğer milis birlikler bulunmaktaydı. 1 Ağustos 1916 tarihinde Mustafa Kemal tarafından taarruz emri verilmiş, 8 Ağustos 1916 tarihinde Bitlis sabah 05’de istiklaline kavuşmuştur.1
5 ay 5 dün düşman işgalinde kalan Bitlis, savaş sonrası harabeye dönmüştür. Savaşın ağır faturası halen günümüzde çekilmektedir. Savaşla beraber başlayan göç hareketleri, bütün hızıyla günümüzde de sürmektedir. Bitlis’in kurtuluşu, Türk’ün makus talihinin yenildiği gündür. Bitlis, birinci dünya savaşıyla beraber Anadolu’da işgal edilen vilayetler içinde istiklaline kavuşan ilk şehirdir. Bu kurtuluş, milli mücadelenin ilk kıvılcımıdır.
ATATÜRK’ÜN ZİYARETİ
Gazi Mustafa Kemal, 7 Kasım 1916 tarihinde İlimizi üçüncü defa ziyaret etmiştir. Bu son gelişlerindeki gaye, 5 inci Tümen komutanlığındaki görev değişikliğinde bulunmak, 5 inci Tümenin arazi üzerindeki tertibatını, ihtiyaçlarını ve genel durumunu görmek, Van Harekat Müfrezesinin hareketini temin etmekti. 10 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’e gelen Mustafa Kemal, 21 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’ten ayrılmıştır. Bu süre içerisinde Milis Komutanlarla görüşmüş, Hastane, Askeri Birlikler, bazı türbe ve camileri gezmiştir.
15 Kasım 1916 tarihinde Rahva Ovasında bulunan Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk Birliğine bir tatbikat yaptırtmıştır. Bu tatbikatı izlemek için Başhan sırtlarına çıkmıştır. Bu sırtlardan Van Gölü’nü gördüğü vakit; “Burası çok güzel yerler. Burada bir Şark Üniversitesinin kurulması gereklidir” ifadesinde bulunmuştur.
Mustafa Kemal bu vasiyetini 1 Kasım 1936 ve 1 Kasım 1937 yılında TBMM’nin açılış konuşmasında da dile getirmiştir. Bu konuşmalarında:
“.... Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek Garp bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlanmış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden ilk okulları ile ve nihayet üniversitesiyle modern kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.
Bu hayırlı teşebbüsün doğu vilayetlerimizin gençlerine bahşedeceği feyiz, Cumhuriyet hükümeti için ne mutlu eser olacaktır.”
1 Kasım 1937 tarihindeki Meclis açılış konuşmasında da;
“Sevgili Arkadaşlarım;
Yüksel tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi şuurlu ve modern kültürlü olarak yetiştirmek için İstanbul Üniversitesinin tekamülü, Ankara Üniversitesinin tamamlanması ve Şark Üniversitesinin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde, Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir.”1
Gazimizin bu vasiyeti gereği 1924 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir heyet Bitlis’e gelerek Rahva Ovasının Göle yakın kısmında arazi tetkikinde bulunmuştur.
1953 yılında o zamanki Cumhuriyet hükümeti Gazi’mizin bu vasiyetini yerine getirmek için daha önceden tetkik edilen Rahva Ovasının göle yakın kısmına temel atma girişiminde bulunmuştur. İnşaat malzemeleri stoku yapılmış, temel atma sırasında Bitlis ve Van vilayetleri arasında çıkan kavga nedeniyle (Mustafa Kemal hayatı boyunca Van’a gitmemiş ve Van’ı görmemiştir) temel atılması geçici bir süre için durdurulmuştur.
Mustafa Kemal’in bu vasiyetinin yerine getirilmesi hem Gazi’mizi ve hem de Bitlis halkını mutlu kılacaktır.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Anadolu’nun her köşesinde düşmana karşı ayaklanmalar ve örgütlenmeler başlamıştı. İçinde Bitlis’in de bulunduğu Doğu Anadolu toprakları üzerinde “bağımsız bir Ermeni devletinin kurulması” fikrinin ortaya atılmasıyla bu örgütlenmeler ilçelere varıncaya kadar devam etmiştir. Bitlis bölgesinde kadınlar ve erkekler arasında Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kurulması sağlanmıştır. 20 Şubat 1920 tarihli yazı bu konuyla ilgilidir.
Sivas’ta: Bitlis Vali-i Alisi Paşa Hazretlerine
Sivas’ta: Diyarı Bekir Vali-i Alisi Beyefendi Hazretlerine
Muhterem Paşa Hazretleri, Muhterem Beyefendi Hazretleri
Merkezi Sivas’ta olmak üzere kurduğumuz Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetinin nizamnamesinden bir nüshasını zatınıza ve vilayetinize takdim ediyorum. Cemiyetimizin maksadı, zavallı memleketimizin haksız işgallerden, bazı yörelerde yapılan mezalim ve faciadan kurtulması için çalışmaktan ibaret olduğuna bakılarak vilayetiniz dahilinde de bir nizamname yazılarak müstakil şubelerin kurulmasına emir buyrulmasını istirham ile takdim ederim.
12 Kasım 2013 Salı
BEDîÜZZAMAN SAİD NURSİ
Tarihte hiç eşine rastlanamayacak bir şekilde, normalde 15 yıl süren medrese tahsilini üç ay gibi çok kısa bir sürede bitirerek henüz 14 yaşında iken icazet almıştır.
Daha sonra kendi çabalarıyla fen bilimlerinin tahsiline yönelmiş, bu sahada da çok önemli bir seviye kazanarak, din ilimlerinin yanında fen bilimlerine de ileri derecede vakıf olmuştur.

Çocuk denecek yaşta, diğer âlimlerle girdiği bütün ilmî münazaraları kazanmış, gerek İslâm ilimlerinden, gerek müsbet fenlerden sorulan bütün suallere muhakkak surette doğru cevaplar vermiştir.
Bu büyük ilmî mertebesi yanında, sünnet-i seniye, takva ve zühd üzere bir hayat sürmüş, inandığı doğruları yaşamaktan hiçbir baskı ve zulüm asla onu engelleyememiştir. Tarihte yaşamış peygamber vârisleri olan büyük İslam âlimleri gibi, ilminin gerektirdiği kemâlâtı yaşayarak göstermiştir.
Osmanlı’nın dağılma sürecine girdiği 1908-1922 yılları arasında, İstanbul’da sekiz-on sene kadar kalmış, bu sürede Osmanlı’nın ve İslam dünyasının içine düştüğü maddi manevi problemleri yakından teşhis etme ve reçeteler sunma imkânı bulmuştur. Hususen 1911 yılında Şam’da okuduğu, Hutbe-i Şamiye adlı eseri tam bir teşhis ve reçete hükmünde olup onun asrın müceddidi olduğunu gösterir mahiyettedir.
Gizli dinsizlik komitelerinin entrikalarıyla, ömrünün son 34 yılı, başta Isparta, Denizli, Kastamonu, Afyon, Eskişehir gibi Anadolu’nun batı vilayetlerinde hapis ve sürgünlerle geçmiş, en meşhur eserleri ve Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatını bu zulüm ve işkence dönemi içinde yazmıştır.
Bu dönem içerisinde, “zaman cemaat zamanıdır” prensibiyle hareket etmiş, etrafına topladığı yüz binlerle Nur Talebeleri ile küfrü mutlaka karşı cemaat halinde İslam’a hizmet etmiş ve ehl-i imanın imanlarının tehlikeden kurtulmasına vesile olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün baskı, engelleme ve aleyhte propagandalara rağmen, imana dair yazdığı risalelerle ve teşkil ettiği Nur Cemaati ile dinsizliğe karşı giriştiği mücadeleyi kazanarak bütün iman hakikatlerini kuvvetli delillerle ispat etmiş, kendi ifadesiyle, “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye)
Bediüzzaman Hazretleri’nin Isparta’nın Barla Kasabası’na sürüldüğü 1926 yılından itibaren 23 sene içinde Kur’an’dan gelen ilhamlarla yazdığı ve yüz otuz risaleden oluşan manevî bir Kur’an tefsiridir.
Birkaç asırdır batı kaynaklı dinsizlik fikirlerinin, Müslümanları da etkilemesi sebebiyle, İslam dünyası maddi manevi büyük bir gerilemenin içerisine düşmüştür. Bunun neticesinde, İslam toplumlarında birlik beraberlik dağılmış, iman zayıflamış, İslam ahlakı bozulmuş ve Müslümanlık şuuru oldukça zedelenmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu dertlerin ana kaynağını, “iman hastalığı” olarak teşhis etmiştir. Bundan dolayı bütün ömrünü, imanın ispatına ve iman hastalığının tedavisine vakfetmiştir.
Bu yüzden, Risale-i Nur Külliyatının ana konusunu iman hakikatlerinin ispatları oluşturur. Risale-i Nur, Allah’ın varlığı ve birliği, ebedî ahret hayatının muhakkak geleceği, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğu ve Hz. Muhammed (sav)’in hak Resullulah olduğu gibi pek çok iman esaslarını akılda hiçbir şüphe bırakmayacak açıklıkta, hatta en inatçı dinsizleri dahi susturacak bir kuvvette, Kur’anî bir metotla ispat eder. Haşir Risalesi, Ayetü’l-Kübrâ Risalesi ve Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi gibi pek çok eserleri gerçekten tarihte misli görülmemiş şaheserlerdir, kendi ifadesiyle, “atom bombası gibi kuvvetli” iman ve marifet dersleridir.
Ayrıca; ibadet, sünnet-i seniye, güzel ahlak gibi konuları, bunların neler olduğundan ve nasıl yapılacaklarından ziyade, neden yaşanması gerektiğine dair son derece ikna edici ve uygulama şevki veren izahlarla ispat eder. Çünkü bunların nasıl yapılacakları zaten biliniyor ve kitaplarda mevcuttur. Önemli olan insanların bunlara inanması ve yaşamaya azmetmesidir.
Kısacası Risale-i Nur, bütün iman ve Kur’an hakikatlerini, sarsılmaz delillerle ispat ederek çok kuvvetli bir imanı insanlara kazandıran ve sünnet-i seniyye üzere bir şuur ve yaşayışı temin eden manevî bir Kur’an tefsiridir.
—
Abdullah Bedehşan-i
Abdullah Bedehşan-i
16. asrın yarısında yaşamıştır. Bitlis’e, Afganistan’ın Bedehşan bölgesinden gelmiştir.
Osmanlı Padişahı IV. Murat, Bağdat seferine çıktığı sırada Bitlis’e uğramış ve bu zatla tanışmıştır.
IV. Murat bu şahsın ilmine ve kerametine duyduğu saygıdan dolayı Abdullah Bedehşan-i’ye iki köy vermiştir.
16. asrın yarısında yaşamıştır. Bitlis’e, Afganistan’ın Bedehşan bölgesinden gelmiştir.
Osmanlı Padişahı IV. Murat, Bağdat seferine çıktığı sırada Bitlis’e uğramış ve bu zatla tanışmıştır.
Mevlana Ebul Fazl Mehmed Efendi
Mevlana Ebul Fazl Mehmed Efendi
Ebul Fazl Mehmed Efendi, Eb’ül-Fadl Mehmed Efendi, Ebul Fadıl Mehmed Efendi, Ebul Fazl Mehmed Çelebi, Defterdar Ebul Fadl Mehmed Çelebi gibi isimler altında değişik kaynaklarda yer alan bu muhterem insan, Mevlana İdris-i Bitlisi’nin oğludur. Babası gibi Alim, Fadıl, Şair, Tarihçi ve Tasavvuf ehli bir kimsedir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, XV. Yüzyılın sonlarında, XVI. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Babası kadar meşhur ve onun kadar alim olan Ebul Fazl Mehmed Efendi, Türkçe’den başka Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilmekteydi. Şiirlerinde Fazli mahlasını kullanmıştır. Babası gibi Osmanlı Devleti’ne büyük hizmetler yapmıştır. Çok genç yaşta ilimle uğraşmış ve devlet işlerinde görev almıştır.
1511 yılında Müeyyed-zâde’ye danışman olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman Devrinde önce Divan üyeliği, sonra Manisa’da Müderrislik (Üniversite Hocalığı) yapmıştır. Daha sonra Trablus Kadılığına atanmıştır. 1542 tarihinde İstanbul’daki Rumeli Defterdarlığına (Baş Defterdarlığa) atanmıştır. Defterdar ismi buradan gelmektedir. Ölünceye kadar bu vazifede kaldığı ifade edilmektedir. Bazı kaynaklarda ise ölmeden önce, Defterdarlıktan istifa ettiği anlatılmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın, kanuna aykırı bir fermanı; “Şeriata aykırıdır” diyerek iki defa reddettiğini ve daha sonra istifa ettiğini kaydetmektedir. Ebul Fazl Mehmed Efendi'nin iki oğlu vardı. Ne yazık ki bu çocukları Galata’dan kayıkla karşı sahile geçmek isterken çıkan fırtına sonucunda kayıkları alabora olmuş ve iki kardeş suya düşerek boğulmuşlardır. Bu durum karşısında büyük üzüntülere gark olan Ebul Fazl Mehmet Efendi 1574 yılında vefat etmiştir. Ebul Fazl Mehmed Efendi, babası gibi birbirinden kıymetli bir çok eser yazmıştır. Bu eserler (bilinenler) şunlardır:
1 - Kudumiye
2 - Halâk-i Muhsini
3 - Hulâsa-i Târih-i Vassaf
4 - Heşt Behişt Zeyli
5 - Selimşah-name
6 - Tarih-i Âl-i Osman
7 - Zahiret-ül Mülük
8 - Tarih-i Osmâni
9 - Medaric’ül-itikat fi Tercene-i Menecih’ül-İbad
10 - Ahlâk-i Muhsini Tercümesi
11 - Ceride-i Âsar ve Haride-i Ahbar
12 - Divan-i Hafız’a Nazire
13 - Mevâhibü’l-Âliyye Tercümesi
14 - Terceme-i Zahire
Ebul Fazl Mehmed Efendi, Eb’ül-Fadl Mehmed Efendi, Ebul Fadıl Mehmed Efendi, Ebul Fazl Mehmed Çelebi, Defterdar Ebul Fadl Mehmed Çelebi gibi isimler altında değişik kaynaklarda yer alan bu muhterem insan, Mevlana İdris-i Bitlisi’nin oğludur. Babası gibi Alim, Fadıl, Şair, Tarihçi ve Tasavvuf ehli bir kimsedir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, XV. Yüzyılın sonlarında, XVI. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Babası kadar meşhur ve onun kadar alim olan Ebul Fazl Mehmed Efendi, Türkçe’den başka Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilmekteydi. Şiirlerinde Fazli mahlasını kullanmıştır. Babası gibi Osmanlı Devleti’ne büyük hizmetler yapmıştır. Çok genç yaşta ilimle uğraşmış ve devlet işlerinde görev almıştır.

1 - Kudumiye
2 - Halâk-i Muhsini
3 - Hulâsa-i Târih-i Vassaf
4 - Heşt Behişt Zeyli
5 - Selimşah-name
6 - Tarih-i Âl-i Osman
7 - Zahiret-ül Mülük
8 - Tarih-i Osmâni
9 - Medaric’ül-itikat fi Tercene-i Menecih’ül-İbad
10 - Ahlâk-i Muhsini Tercümesi
11 - Ceride-i Âsar ve Haride-i Ahbar
12 - Divan-i Hafız’a Nazire
13 - Mevâhibü’l-Âliyye Tercümesi
14 - Terceme-i Zahire
Şükri-i Bitlisi
Şükri-i Bitlisi
İdris-i Bitlisi’den sonra ilimizin yetiştirdiği ikinci Şair, Tarihçi ve Devlet adamımızdır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, 16. yüzyılın ilk yarısında yaşadığını bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz.
Bitlis’in yerli beylerinden olup, her sahada kendisini yetiştirmesini bilmiştir. Pek çok yer gezmiş, Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe, Ermenice ve Hindçe olmak üzere altı dil bilmektedir. Kaynaklarda kendisinden Mevlâna Şükri, Mevlâna Aşık gibi isimlerle de bahsedilen Şükri-i Bitlisi, tahsili daha sonra kendi ismiyle anılan Bitlis’teki Şükriye Medresesinde yapmıştır. Şuarâ Tezkiresinde Şükri-i’nin ümerâdan olduğu belirtilmektedir.
Türkçe’de Bey kelimesiyle karşılanan Emirlik rütbesi, Şükri-i’ye Osmanlı Devleti tarafından verilmiş değildir. Şükri-i, yaşadığı devirde belirli bir bölgede yaşayan, her hangi bir aşiretin beyidir. Bu unvan, bu günkü aşiret reisliği ile aynı manadadır Şükri-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında tahta geçmesiyle İstanbul’a gelmiş ve padişaha bir kaside takdim etmiştir. Bu takdimden sonra onun özel meclisine girmiştir. Şükri-i’nin bu kasideyi takdimine karşılık olarak ayrıca padişah tarafından, Diyarbakır taraflarında belli bir toprak parçasıyla ödüllendirilmiştir. Türk ile Türki, Kürd ile Kürdem, Evde koyuni, yabanda kurdam. Sözü ile Anadolu’nun birliği için ne güzel buyurmuştur. Şükri-i, Yavuz Sultan Selim ile İran, Kanuni Sultan Süleyman ile de Belgrad ve Rodos seferlerine katılmıştır. Şairin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Prof. Dr. Ahmet Uğur’un, “Şair Kanuni Devri'nin başlarında vefat etmiştir” demesiyle birlikte, eserini Kanuni’ye 1530 yılında takdim ettiğine göre, bu tarihten kısa bir süre sonra vefat etmiş olmalıdır. Şükri-i’nin; Manzum Yemen Tarihi’nin Yazarı Molla Şihabi isimli bir oğlu vardır. İslâm-i ilimlerin tamamını bilmekte olup Kadılık, Müftülük ve Müderrislik (Üniversite Hocası) gibi resmi vazifeler yapmıştır. Kendisi devrin en büyük Hatip ve Vaizleri arasında sayılmıştır. Sporla ilgilenmiş; Murat Nehrini baştan başa geçecek kadar iyi yüzme bildiği, iyi ata bindiği, ok atmakta hünerli olduğu, tambur çaldığı ve iyi bir avcı olduğu anlatılmaktadır.
En büyük eseri Selim-Name’dir. Selim-Namenin tarihi yönü yanında bir başka özelliği de; eserin bütün Türklerin faydalanması için Azeri ve Çağatay Türkçesi'yle yazılmasıdır. Şükri-i tarafından yazılan Selim-Name veya Selimi-name isimleriyle zikredilen bu eser, bazı kaynaklarda Fütûhâtü’s-Selimiyye veya Fütûhâtü’s-Selim Han olarak da isimlendirilmektedir
.
İdris-i Bitlisi’den sonra ilimizin yetiştirdiği ikinci Şair, Tarihçi ve Devlet adamımızdır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, 16. yüzyılın ilk yarısında yaşadığını bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz.
En büyük eseri Selim-Name’dir. Selim-Namenin tarihi yönü yanında bir başka özelliği de; eserin bütün Türklerin faydalanması için Azeri ve Çağatay Türkçesi'yle yazılmasıdır. Şükri-i tarafından yazılan Selim-Name veya Selimi-name isimleriyle zikredilen bu eser, bazı kaynaklarda Fütûhâtü’s-Selimiyye veya Fütûhâtü’s-Selim Han olarak da isimlendirilmektedir
.
Mevlana Hüsameddin-i Ali-ül Bitlisi
Mevlana Hüsameddin-i Ali-ül Bitlisi
İdrisi-i Bitlisi’nin babasıdır. Kaynaklar İdris-i Bitlisi’yi anlatırken; “Kamil Mevlana Hüsameddin Oğlu İdris-i Bitlisi” diye bahsetmektedirler. Hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir.
1495 yılında Bitlis’te vefat etmiştir. Mezarı, Zeydan Mahallesi, Kureyşi Camisi arkasındaki türbededir. Bu türbenin içine girildiğinde sağ tarafta Taş Sanduka da Şeyh Tahir-i Gürgi, sol tarafta ise tek parça halinde yere yatık biçimde mermerden yapılmış Mevlana Hüsameddin’in mezarları bulunmaktadır. Şeyh Tahir-i Gürgi’nin, İdris’in dedesi ve Mevlana Hüsameddin-i Ali-ul Bitlisi’nin ise babası olduğu bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın hizmetinde bulunmuş, bu devletin başşehri olan Diyarbakır da Uzun Hasan’ın sarayında divan katipliği yapmıştır. Daha sonra Akkoyunlu Devletinin Başşehri Diyarbakır'dan Tebriz’e taşınınca bu zat da Tebriz’e gitmiştir.
Orada bir süre Molla Caminin sohbetlerine katılmış ve 1495 yılında vefat etmiştir. Bitlis Emirlerinden Abdal Han, bu zat için Zeydan Mahallesi'nde yukarıda zikredilen türbeyi yapmıştır. Mevlana Hüsameddin, alim ve fazilet sahibi bir kimse olup, daha çok Mutasavvıf olarak ün salmıştır. Çok iyi Arapça bilen bu zat, tasavvuf ve tefsir konularında bazı eserler yazmıştır. Tefsirle ilgili olarak Arapça İşaret-ül Menzili’l-Küttab isimli 2 ciltlik bir tefsiri bulunmaktadır. Bu eser Edirne de Sultan Selim Kütüphanesindedir. Şeyh Abdurezak El-Kaşâni’nin İstilahât-ı Sufiyye isimli kitabını şerh eylemiştir. Bu eserin bir nüshası, Manisa Muradiye kütüphanesindedir. Ayrıca Tebrizli Şeyh Mahmud-i Şebistari’nin Gülşen-i Râz isimli Farsça esere de şerh yazmıştır. Bu eserin bir nüshası Üsküdar’da Selimiye Kütüphanesindedir.
İdrisi-i Bitlisi’nin babasıdır. Kaynaklar İdris-i Bitlisi’yi anlatırken; “Kamil Mevlana Hüsameddin Oğlu İdris-i Bitlisi” diye bahsetmektedirler. Hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Şeyh Tahir-i Gürgi
Şeyh Tahir-i Gürgi
Halk arasında ve bazı kaynaklarda Şeyh Tahir-i Gürci - Şeyh Tahir-i Kürdi olarak bilinen bu zatın gerçek ismi; Şeyh Ebu Tahir-i Gürgi’dir. Hangi tarihler arasında yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak; üzerinde bulunan Taş Sandukanın mimari yapısının Ahlat’taki sanduka mezar mimarisinde bulunması nedeniyle bu zatın Akkoyunlu, Karakoyunlu veya Altınordu Devleti zamanında yaşadığı tahmin edilmektedir. Ayrıca yanında; bazı kaynaklarda talebesi olduğu rivayet edilen Mevlana Hüsamettin-i Ali-ül Bitlisi’nin mezarının bulunması, bu zatın Fatih Sultan Mehmet ve II. Bayezıt dönemlerin de yaşadığı tahmin edilmektedir.
Halk arasında ve bazı kaynaklarda Şeyh Tahir-i Gürci - Şeyh Tahir-i Kürdi olarak bilinen bu zatın gerçek ismi; Şeyh Ebu Tahir-i Gürgi’dir. Hangi tarihler arasında yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak; üzerinde bulunan Taş Sandukanın mimari yapısının Ahlat’taki sanduka mezar mimarisinde bulunması nedeniyle bu zatın Akkoyunlu, Karakoyunlu veya Altınordu Devleti zamanında yaşadığı tahmin edilmektedir. Ayrıca yanında; bazı kaynaklarda talebesi olduğu rivayet edilen Mevlana Hüsamettin-i Ali-ül Bitlisi’nin mezarının bulunması, bu zatın Fatih Sultan Mehmet ve II. Bayezıt dönemlerin de yaşadığı tahmin edilmektedir.
İbrahim Bini Abdullah-ül Hilati
İbrahim Bini Abdullah-ül Hilati
1242 yılında Bitlis’te doğmuş, 1322 yılının Kasım ayında 80 yaşında iken vefat etmiştir. Hayatının çoğu İran ve Mısır’da geçmiştir. Lacivert renk boyayı bulmakla ün kazanmıştır. Tıp ve kimya sahalarında marifetleri bulunup, bu ilimlerin önde gelenlerindendir.
1242 yılında Bitlis’te doğmuş, 1322 yılının Kasım ayında 80 yaşında iken vefat etmiştir. Hayatının çoğu İran ve Mısır’da geçmiştir. Lacivert renk boyayı bulmakla ün kazanmıştır. Tıp ve kimya sahalarında marifetleri bulunup, bu ilimlerin önde gelenlerindendir.
Fahrettin Ahlati
Fahrettin Ahlati
Bitlis’te yaşamış bir Astronomdur. 1260 yılında İlhanlı Devleti'nin kurucusu Hülagi Han’ın, İran’ın Mera şehrinde (Van hududunun yanında) yaptırdığı rasathanede diğer Türk alimleri ile beraber çalışmıştır. Bu rasathanenin en büyük özellikleri, 12 burcu göstermiş olması, güneşin doğumundan batışına kadar geçen süre zarfında, pencerelerinden giren ışıklara göre saatin tespit edilmesidir.
Bitlis’te yaşamış bir Astronomdur. 1260 yılında İlhanlı Devleti'nin kurucusu Hülagi Han’ın, İran’ın Mera şehrinde (Van hududunun yanında) yaptırdığı rasathanede diğer Türk alimleri ile beraber çalışmıştır. Bu rasathanenin en büyük özellikleri, 12 burcu göstermiş olması, güneşin doğumundan batışına kadar geçen süre zarfında, pencerelerinden giren ışıklara göre saatin tespit edilmesidir.
Mehmed Bini Ali Bin El Hüseyin-ül Hilati
Mehmed Bini Ali Bin El Hüseyin-ül Hilati
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1276 yılında vefat eylemiştir. Türk Dünyası'nın en büyük hukukçularındandır. Kavid-üş-şer ve Zevabid-ül asıl vel’l-füru adlı eseri bulunmaktadır. Bir süre Kahire’de kadılık yaptığı söylenmektedir.
Mevlana Muhammed Berkal’i
Mevlana Muhammed Berkal’i
Hakkında fazla bir malumat bulunamamıştır. Hangi tarihler arasında yaşadığı kesin bilinmemekle beraber, Şerefname’nin Yazarı Şeref Han döneminde ve Bitlis’te yaşadığı bilinmektedir. Çünkü, Hubaysi (mantık) ve Hindi kitaplarını Emir Şeref adına yazmıştır. Ancak Bitlis’te yaşadığı bilinmektedir. Kendileri fazilet sahibi bir kişi olup, fıkıh, hadis ve mantık bilimleri dalında yetişmiştir.
Hakkında fazla bir malumat bulunamamıştır. Hangi tarihler arasında yaşadığı kesin bilinmemekle beraber, Şerefname’nin Yazarı Şeref Han döneminde ve Bitlis’te yaşadığı bilinmektedir. Çünkü, Hubaysi (mantık) ve Hindi kitaplarını Emir Şeref adına yazmıştır. Ancak Bitlis’te yaşadığı bilinmektedir. Kendileri fazilet sahibi bir kişi olup, fıkıh, hadis ve mantık bilimleri dalında yetişmiştir.
Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh-
Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî
-kuddise sırruh-
-kuddise sırruh-
On beşinci yüzyılda yaşamış mutasavvıfların önde gelenlerinden olan Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, bilinen yegâne nüshası Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphânesi'nde bulunan "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" adlı mecmuânın içindeki Sûfiyye Istılahları ile ilgili risâlesinden "Hâtem" ve "Hâtemü'n-nübüvve" terimlerinin mânâsını aktarırken, "Hâtemü'l-velâye" ile ilgili sır ve ifşaatları üzerinde de durmuştuk.
Şimdi ise Hazret'in, aynı mecmuânın içindeki bir başka eseri olan "Gülşen-i Râz Şerhi"nden; Hâtemü'l-evliyâ'nın zuhûru, ilmi ve vazîfesi ile ilgili diğer beyan ve ifşaatlarını nakledeceğiz.
"Zâtî İlâhî Tecellî"ye Erişen,
Hâtemü'n-Nübüvve'nin Zuhûrunu Kemâle Erdiren
Velînin Husûsiyetleri:
Hâtemü'n-Nübüvve'nin Zuhûrunu Kemâle Erdiren
Velînin Husûsiyetleri:
Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" adlı mecmuâda yer alan eserlerinden "Gülşen-i Râz Şerhi"nde, nübüvvet ve velâyetin kemâl noktası olan "Hâtemiyyet"in zâhirî ve bâtınî cihetleri üzerinde dururken, Zâtî İlâhî tecellînin gerçekleştiği bu mertebenin bâtınının "İlk tecellî" ve "Hakîkat-ı Muhammediyye" üzerine inşâ edildiğine dikkati çekmiş; bu sırra binânen Zât'ın zuhûrunun Mutlak Velâyet'in hakikatine tevdi edildiğini ve "Hâtemü'n-nübüvve"nin bâtını olan bu makâmın mazharının "Hâtemü'n-nübüvve"nin zuhûrunu kemâle erdiren bir Velî olduğunu ifâde etmiştir:
"Nübüvvet (peygamberlik) Âdem -aleyhisselâm-da zuhûr etti, kemâli Hâtem olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in vücûdu (varlığı) ile göründü. Bu ise, Zât'ın zuhûrunun tek bir kişiye isâbet ettirilmesi itibârıyle vârid olan "İlk tecellî'dir. O'nun Zât'ı görmesi; umûmî anlamda Mutlak Velâyet'in hakikatine yüklenmiş olan Zât'ın zuhûruna âit bu zuhûrun, Zâtî kemâlin dayanmış olduğu vech üzere Zât'ı ona göstermesi şeklinde gerçekleşir. Bu mânevî görüş; nübüvveti O'nun Zât'ıyla alâkalı olan bu kimseye, O'nun Zât'ıyla ilgili sıfatları da elde ettirir. İşte bu, hakikati yönüyle Muhammedî Hakikat'e mahsus bir sıfatla öne geçmek demektir. Bu ise iki zeminde de belirli bir biçimde dönüp yükselen, ayân-ı sâbite sûretlerinin şûlelerinden doğan zerreleri doğuran, Zât'ın zillete düşürücü kuşatıcılığı ile yere serilip hükümsüz hâle gelmiş, Zât-ı Vahdet'in muhabbet mülkü ve Hakikat-ı Muhammediyye'nin Ehadiyyet semâsı üzerindeki Nübüvvet güneşinin yansıttığı nûr olan Zâtî Ahmedî'nin Nûr'unu gerekli kılar.
O, âdemin zâhir olan ayân-ı sâbitesinin görüntüsü altında, Rabb'inin nûruyla yeryüzünü aydınlatan münevver bir Nûr'la inşâ edilmiştir, O'nun Zât'ına âit isimleri ve sıfatları cem edip biraraya toplayan bir sûret; Hatm'in desteğiyle, Hâtem'in nübüvvetinin zuhûrunu kemâle erdiren bir Velî olan âdemin meydana getirildiği sûret ve manâ hâli üzere onların, Nübüvvet'in zuhûrunun başlangıcına sürülüp yükselmelerini teyid eden, diğer peygamberlerin ayân-ı sâbitesinin de var olduğu ayân-ı sâbitelerin tamamını ihâta eden bir heyettir. İlâhî harflerin sırlarını ve Rabbânî kelimelerin nurlarını izhâr cihetinden ona vârid olan [şey] sağlam ve sahîh olur ki, bu sâyede: 'Beni seyrimin gâyesine eriştirdi, Sidre-i müntehâ'ya yükseltti, görünmeyen varlıkları bana gösterdi!' diye zikreder ve nihâyetlere inme, bidâyetlere dönüp Nübüvvet'in bidâyetinin sonuna erişme sırrından âciz olmamayı tecrübe ederek seyreder. Çünkü o, nihâyetini bulmuş olduğu Nübüvvet'in en büyüğü ve en şereflisi olan 'Hatm' ile gelmiştir." ("Mecmûa-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî: Şerh-i Gülşen-i Râz", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 282)
Nübüvvet ve Velâyet Dâirelerinin
"Hatemiyyet" Noktasında Tamamlanışı:
"Hatemiyyet" Noktasında Tamamlanışı:
Şeyh Hüsâmeddîn el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gülşen-i Râz Şerhi"nin bir başka noktasında; "Nübüvvet ve velâyetin zâhirleri, bâtınları ve Hatm-i nübüvvet ve velâyet'le ilgili Matlab-ı şerîf" yan başlığı altında, son Peygamber olan Resululullah Aleyhisselâm'ın vefâtından sonra velâyetin bâkî olduğunu, geçmişteki peygamberlerle ondan sonra gelen velîler arasında bir benzerlik bulunduğunu beyân etmiş; Hâtemü'l-enbiyâ'da "nübüvvet" dâiresinde gerçekleşen bu tamamlanışın ileride bir gün velâyet dâiresinde de gerçekleşeceğini haber vemiştir:
"Noktanın tekrar bir kez daha devretmesi gibi, (Peygamber Aleyhisselâm bu âlemden) sefer edince velâyet bâkî kaldı. Bu, şuna işâret eder ki; nübüvvetin ve velâyetin zâhirliği ve bâtınlığı vardır, bu ikisinin devretmiş olduğu sûret ve manânın aynının melekesi 'Zâhir' ve 'Bâtın' isminden iktibas edilmiştir.
Nübüvvet ve velâyet dâiresi devretmek (dönmek) sûretiyle, insan türünde neşet bulmuş bir alan meydana getirirler. Çünkü hakikat feleğinin manâ ve sûreti, insânî neşetin bir dâire meydana getirip devretmesiyledir; kimi zaman zâhir olan 'nübüvvet' yarım dâiresi, kimi zaman da [bâtın olan] 'velâyet' yarım dâiresi hükmünü yürütür. Nübüvvet feleğinin yarım dâiresi, zâhiri olan kendisidir. Bâtın semâsının yarım dâiresi ise bâtın olan velâyettir, isterse imkân ve lâhût âleminin zemîni üzerine karartılar çökmüş olsun. Çünkü gecenin yarım dâiresi olan Nübüvvetin tamamlanması zâhir olmuş ve dış yüzünün toplanmasıyla tümüyle gurûb etmiştir.
Gecenin yarım dâiresi ise yeni bir heyecanla doğan velâyettir, ne zaman ki bu yarım dâire tamama erer, başka bir zamanda zâhir olan Nübüvvet yarım dâiresi, hükümlerin değişmesi hasebiyle dönüşüme uğrayıp yeniden doğar. Nübüvvet ve velâyet yarım dâiresinin birbiri arasındaki dönüşümü, dünya ve âhiretin defâlarca kez işâret edilen ıslâha ve düzgünlüğe bağlı değişimi ile bir ve berâberdir ve bir beşâret sözü olan 'Rahmân ve Rahîm'e, Kitâb'ın başında manâsına binâen işaret etmek lâzım geldiği son derece sarihtir. İşte lâzım olan bu (nübüvvetle velâyetin) birbiri arasındaki dönüşüm, nübüvvetin dönüşümü şeklinde olduğu gibi, zaman gelir velâyet için de geçerli olur." ("Mecmû'a'-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî: Şerh-i Gülşen-i Râz", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 282)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)